27 Aralık 2011

bir ara istanbul'a gitmiştik


ankara'da bunalınca soluğu istanbul'da alıyoruz. o kesin. ama istanbul'a orası istanbul diye mi gidiyoruz yoksa orada birileri var diye mi gidiyoruz, işte onu kestiremiyorum. mesela haziran 2011'de bir istanbul gezisi yaptık. kız dünyaya merhaba demeden bir daha görelim istanbul'u dedik (belki de kız doğmadan bir istanbul görsün istedik). gittik. yine bizim tayfa. gezdik tozduk. diye hatırlıyordum. ama bir baktım ki hiç boğaz görmeden geri dönmüşüz ankara'ya. yok. sanırım istanbul istanbul'da birileri var diye güzel herhalde. işte 15 milyon kişi içinden bir kaç kişi... işte o günler var burada...

26 Aralık 2011

ilkay'ın gemicikleri - iskenderun


ilkaycımın şimdiye dek en sevdiği iş gezisi bizim biricik gözbebeğimiz antakya yönüne yaptığı olmuş. bunda antakya'nın ya da asıl istikametleri olan iskenderun'un kendisinin ne kadar katkısı oldu belli değil aslında. yanındaki arkadaş faktörü önemliymiş sanırım. işte o gezide çektiklerinden benim derleyip toparladıklarım...


20 Aralık 2011

ilkay'ın gemicikleri - izmir


ilkaycığımın iş vesilesiyle gittiği izmir'de çektiği, ancak çekebildiği fotoğraflar. 'misafir' diyecektim ama zaten kendisinin bir sürü fotoğrafını çalıp bloglamıştım zaten. kendisi yakın aile kotasından burada ikamet etmektedir efendim. işte bunlar da taaa 2010 nisanında gittiği izmir'den. zavallıcım izmir'e gidip sadece bu fotoğrafları çıkartabildiyse izmir'i gezememiş, yaşayamamış demektir ki bu da benim kendisini zaten önsel bir gıcıklığı olduğu izmir'e gitmeye kattiyen ikna edemeyeceğim anlamına gelir. olsun. denemeye değer(di). buyrun...

10 Aralık 2011

prag III

 işte gelmek istediğim yerdeyim. eski şehir meydanı, namı diğer stare mesto. bir önceki gün yemek sonrası yaptığım yürüyüşün benim için en can alıcı noktasıydı burası. aklıma koydum ya, öyle ya da böyle geleceğim buraya. gece gördüğüm haliyle beni yeterince çarpmıştı, gündüz darmadağın etti af edersiniz..


burayı doluyken göreyim diye seçmiştim. etrafındaki bunca çeşitlilikten bihaberdim. hele ki gece kapalı olan şu yukarıdaki kırmızı standlarda ne olacağına dair fikrim yoktu. az çok bizdeki turizm bölgelerindeki standlara benziyor. bol bol anısal obje, yerel ürünler ve gıda. alkolü de sayın bir zahmet. ama şöyle bir fark var: bizdeki turizm bölgeleri istanbul dışında genelde coğrafik oluşumlarla beslenirken burası tümüyle etrafındaki şehirle, sanatla besleniyor. ben yanlış olduğunu bile bile "mimari" olarak etiketliyorum bu başlıkları, ama lugatımda bunu ifade edecek yeterli kelime yok. işte prag gezimin son notları...   

8 Aralık 2011

prag II


özgürleştikten sonra ne yapacağıma karar vermek çok zor oldu benim için. ya hep savunadurduğum gibi yapıp, sokak aralarına dalıp gerçek pragla yüzleşecektim ya da akıntıya bırakıp dolanacaktım ki bu asıl olarak turistik mekanlarda kalmak demekti. çok fazla zamanım yoktu. dönünce başka yerlerde prag fotoğrafları görüp de oraları da görsem iyi olurdu aslında dememek için ikinci yolu seçtim. akıntıya saldım kendimi. zaten "gerçek" prag yaşamı nerede akıyordu, onu da hiç göremedim. bize hep o dolaştığımız bölgelerde pek çek yaşamadığı söylenmişti sadece. kıçımı yırtsam da ortalama bir turist gibi hep orada yaşayanlara çok sıradan gelen şeyleri ilginç bulacağım için ve bu yüzden de hep outsider olacağım için boş verdim. ama benim rahat rahat gezdiğim prag kısmını da pek sevdim...

7 Aralık 2011

prag kalesi


prag'daki son görüşmelerden sonra öğleden sonrası bize kaldı. ne mutlu! idi. ta ki kimlerle gezdiğim aklıma düşünceye kadar. sevgilininin, eşinin, dostunun değil de görev kağıdında senin adınla beraber kimin adı varsa  orada onlarla berabersen, sen de tüm asabiyetinle surat asıp duruyorsun. aradaki makul tekliflere dahi 'hayır' demek alabileceğin tek intikam oluyor. haksızlık da ediyorsun haliyle. tek tesellim prag'ın aslında o kadar da uzak olmadığı. buraları kafamca gezebileceğim bir toplamın listesini oluşturuyorum şimdiden. hazırlanın millet yola çıkıyoruz...


22 Kasım 2011

masal


gereğinden fazla duygusal bir isim verdim bu başlığa diye her türlü alaycı bakışı sindirmeye hazırım ! :) ama napayım prag'ı görünce hissettiğim şeyi anlatan (ve bu açıdan da bildiğim en iyi) kelime bu. diğer alternatifler büyü, sihir, mucize veya 'oh my lord' gibi bir hayret nidası olunca elden başka bir şey gelmedi. neyse, işte benim için ilk gün prag...

19 Kasım 2011

cycling prague


prag'da kalacağımız otelin resepsiyonunda check in beklerken dışarıdan zil sesi duydum, önemsemedim. sonra gözüm lobbydeki elemanın arkasındaki aynaya takıldı da gözlerime inanamadım. arkamdan yüzlerce bisikletli geçiyordu. hemen tüm işleri bırakıp caddeye fırladım elimde fotoğraf makinesiyle (resepsiyondan iyi küfür yemişimdir herhalde). rehberimiz jitka'dan öğrendim. her ay bir gün belirlenip "critical mass"-vari bir etkinlik yapılıyormuş güzergahı belli bir rotada. o akşamdan sonra eylemin web sitesine baktım. o gün önümden 3000-3500 civarı bisikletli, patenci, scooter vs. geçmiş :) kıskandığımızla kaldık yine...

26 Ekim 2011

washington d.c.



yola düştüm. bu kez yönüm washington d.c. ben oradayken occupy d.c. hareketi bu denli kitleselleşirse geri de dönmem haberiniz olsun. aldırırım kızımı, karımı yanıma, hippi mippi yaşar gideriz evelallah...

25 Ekim 2011

yine yeni yeniden kalibrasyon


arkadaşlar,

tabiri caizse ekran kartımın ve monitörün tüm renk, parlaklık, kontrast, beyaz, doygunluk ve gamma ayarlarının içine etmiş durumdayım. o nedenle işlediğim fotoğraflar bana bok gibi görünüyor. çok renkli ve çok kontrast. ne yapsam doğal renk alamıyormuşum gibi geliyor. tabi bunda fotoğraf makinesindeki renk, kontrast, keskinlik vs. seçenekleri de etkili, biliyorum. ama ne yapsam bulamadım çaresini. ben de picasa'dır ne yapsa yeridir deyip "kendimi şanslı hissediyorum" tuşuna basıp 'tamamdır herhalde' diyorum, ve geçiyorum. bir şekilde çözeceğim bu sorunu, ama nasıl? bi el atana borcum olur! güya yukarıdaki ve aşağıdaki fotolarda tüm barlardaki renk geçişlerini ve çeşitlerini görmem gerekiyormuş. eee, görüyorum? da?

yollarda (czech version)


brno'dan prag'a doğru giderken...

15 Ekim 2011

brno II


pek bi şey demicem. güzel kent işte. hatta bazen inanılmayacak kadar. brno'daki ikinci günümüz. kronolojik (!) devam...


26 Eylül 2011

brno

[öncellikle blogger'ın bu son halini sevdiğimi söylemek isterim. ne güzel. sadece fotoğraflara bakmak isteyenler düşünülmüş, tabi bir de benim gibi slayt gösterisi oluşturmak isteyip de beceremeyenler. ala. fakat, çektiği fotoğrafları yazıdan ayrı bir bok ifade etmeyenleri ne yapacağını pek düşünmemiş google hazretleri. gerçi bu sorunu da dolaylı yoldan halletmiş bir yerde. blog okuyanlar, takipçiler, arkadaşlar vs. artık bu yazıları blogun kendi sayfasından değil buzz'dan google reader'dan hatta bilimum mobil eplikeyşından okuyorlar. artık boşuna dizayn, template vs aramaya gerek yok. dolayısıyla google'ın kişisel bloglara sağladığı bu slayt hizmeti benim gibi günde onlarca blog okuyan birilerine pek bir şey ifade etmeyecek. olsun karşısına geçip fotoları seyretmek hoş yine de...]


hep öyle denk geldi. yurtdışına çıkışlarım hep yeni kıta için oldu. avrupa benim için yeni kıtaya gidiş için bir mola noktasıydı. gördüğüm frankfurt ve münih havaalanları da pek avrupa sayılmazdı heralde. o yüzden yol beni çek cumhuriyeti'ne götürürken çok heyecanlıydım. öncelikle -belki de ilk kez- yabancılık hissedeceğim bir yere gidiyordum. daha önce gördüğüm amerikan yaşam tarzını ortalama bir cnbc-e izleyicisi ne kadar biliyorsa ben de o kadar çok biliyordum işte. yani bir hayli fazla. ve etrafta ingilizce de olsa anlayabildiğiniz bir dil sürekli yazılıp çiziliyorsa ve de konuşuluyorsa o kadar yabancı kalamıyorsunuz oraya. şimdi ilk kez ingilizce konuşulmayan, sokakta istediğine istediğini soramayacağım bir ülkeye gidiyordum. ve işin açıkçası çek cumhuriyeti hakkında bildiklerimin çoğu da türkiye işçi partisine etkileri üzerinden. şimdi sırada latin abecesi kullanmayan bir ülkeyi görmek var.


3 Eylül 2011

denver I

denver'dan son kare'ler...


16th street mall. denver'ın merkezi aktivite mekanı. gündüzleri bomboş, geceleri canlı olan bir cadde. bu canlılığı denver standartlarında "canlılık" olarak düşünmeli. cıngıllı olsa da aslında boş bir cadde. bir istiklal, kadıköy değil, hatta ankaramızın yüksel caddesi heç değil!


17 Ağustos 2011

ulu manitu

(önce not: fotoğrafları düzenleyip buraya koydum. yazmaya üşendim, taslak olarak kaydettim. ben öyle sanıyordum daha doğrusu. yazısız vesairesiz "sehven" yayınlanmış. ooops! pardon!)


konferans-otel arası gidip gelirken bari bir yerlere gidelim kabilinden yola düştük. gitmesi kolaydı da dönmesi pek zordu. malum ulaşım sorunu. otel resepsiyonu taksi çağırıyor, orada sorun yok ama gittiğimiz yerden nasıl döneceğiz onu hiç hesaplamamıştık. azıcık rocky dağlarına tırmanalım, manitou spirngs'i old colarado'yu görelim dedik.


16 Ağustos 2011

colorado springs revisited



uzun aradan sonra merhaaba. "blogların sürekliliği için haftada 1-2 entry girilmelidir" kuralını ihlal ettim. koptum. geri gelmektir niyetim. zaten ne oluyorsa oluyor da bu yaz ayları pek bi eziyetli geçiyor blog için. neyse ki bir sürü bahanem de var. ev taşıdım. araba aldım. bizimkileri ağırladım. ve de bu colorado bahsi gerçekten çok sıkıcı. neyse ki kafamda toparladım azıcık. bu hariç iki başlık sonra ve bitti, işte bitti! çığlıkları atacağım. ne sıkıcıymış burası, ne sıkılmışım burada. mart ayının üstünden asır geçti, ben hala sıkılıyorum oraları düşünürken...

27 Haziran 2011

behzat ç


lost bitince buraya entry girdiysek eğer, behzat ç. nin bu 1. sezon finalinden sonra da buraya entry girmek şart arkadaş. hatta yetmez adına bir blog açmak lazım... hatta ekşicilerin teorilerinin doğrulanmasına ithafen "vay a.q." bile diyorum. o kadar yani... behzat ç. çıtayı o kadar yükseltti ki yerli diziler için, o çıta harbiden aşılamaz, aşılamaz da bi yerimize girer o çıta...

3 Mayıs 2011

fuckin' colorado springs


colorado'da konferansa katılacağımız bilgisini aldıktan sonra heyecanlanmadım desem yalan olur. hatta ilk düşündüğüm şey, gayet ahmakça, "new york'a, chicago'ya, seattle'a, san francisco'a, new orleans'a herkes gider, mühim olan kimsenin gitmediği, gitmek istemeyeceği yere, ne bileyim idaho'ya iowa'ya minnesota'ya wyoming'e maryland'a gitmek" dedim. gezginiz çok havalıyız, o halde amerikalının kendisinin bile gitmediği yere gitmeliyiz. aslında yozgat'a gideceğini öğrendiğinde mutlu olan salak bi isveçli turistten hallice değilmiş durumum. gidince öğrendim. 

aslında gitmeden umudum kırılmıştı çünkü gugıllıyorum gugıllıyorum bi bok çıkmıyor. varsa yoksa rocky dağları. başka da bi şey yok. olsun! gidilecek ve görülecek! havan batsın emi! eşşek gibi gidecen zaten görev yazısı eline tutuşturulduktan sonra. ama keşke herkesin bana dediği gibi keşke gördüklerim yanıma kar kalsaydı, keşkeoralarda bir daha 1 km yol almasaydım birlikte, keşke... neyse...

1 Mayıs 2011

bu ne yaygara


6 ay geçti üzerinden neredeyse. işte kanada'dan niagara şelaleleri.
benim için kanada'nın sonudur her anlamda...

4 Nisan 2011

bir ki birkiüç daha fazla toronto!

artık toronto malzemesinin sonu. çok istediğim ama net olmayan fotoğraflar da var burada, sadece dikkatimi çektiği için bir kadraja aldığım 'kötü' veya 'olmamış' fotoğraflar da var. ama hepsi bana bir şey anlattığı için var burada. aslında bir slayt şov hazırlama programı bilseydim, bunları o halde sunmayı isterdim. neyse, işte olan olmayan güzel çirkin ama mutlaka kare fotoğraflar. toronto'dan son...


toronto'dan son fotoğraflar dizisine 'the world needs more canada' ile son vermem pek tabi bilinçli bir tercih. buraya bu fotoğrafı çok beğendiğim için koymadım. "dünyanın daha çok kanada'ya ihtiyacı var"!. dünya türk olsun'dan daha zekice söylenmiş ama sadece bir ülkeden değil bir idealden de bahsettiği için yerinde bir cümle belki de. bu idealin ne olduğu çok yerinde bir soru elbet...

18 Mart 2011

mavi


buraya kadar koşa koşa geldiğime değdi. sigaradan kurtulalı 3 ay olmuştu ben oradayken. onca sıkıntılı zamanda sigara aklıma gelmişti de içmeyeceğim deyince gitmişti aklımdan, ama burada bir türlü kurtulmadım o duygudan. iyi ki diyorum, allahtan, yanımda yöremde sigara yokmuş, iyi ki kanadalılar çok temiz medeni insanlarmış da izmarit bile bulunmuyormuş yerde. bulsam içer miydim bilmiyorum ama bulamadım ya, bulsaydım içerdim gibi geliyor şimdi. neyse, daha önce cn tower'ı anlatırken toronto'da en sevdiğim ikinci yer demiştim galiba. işte burası, ontario gölü, toronto'da en sevdiğim yer oldu. içinde olduğum park dikmen'deki sıradan bir semt parkından büyük olmasa da göl onu eşsiz kılıyor. hatta şunu da söyleyeyim: bu kadar sonbahar bile yetmiş...


16 Mart 2011

graffiti


tamam çok büyük bir beklentim yoktu çin mahallesine giderken, ama yine de çin mahallesinde ucuz çin malı ıvır zıvır satan dükkanlar yerine biraz çin işi bir yaşam görmek isterdim yine de. ottawa'nın çin mahallesini yetersiz bulmuştum ama sokaklarında 127 dilin konuşulduğu toronto kentinin çin mahallesinin daha gösterişli ve daha çinli (hadi uzakdoğulu olsun) olması gerekmez miydi? değil. zaten tanıtım broşürlerinde burası "china town" isminde olsa da korelisinden tayvanlısına, japonundan çinlisine uzakdoğulu herkesin ikamet ettiği mahalle deniyor. bu anlamda torontonun "asyalı"ları çin asimilasyonuna uğramış bile sayılabilirler...

14 Mart 2011

york'un mektebi sultani'si


hızlı hızlı yürüyorum dedim ya, aslında hem bu yüzden hem de japon turist olmayayım diye bir sürü fotoğrafı (!) pas geçiyorum. tabi soğuk hava yüzünden sürekli olarak hareket etmek zorunda kaldığım da unutulmasın. ama yine de urban trekking kurallarına bağlı kalıp geçtiğim rotayı belirlemek için durup ara ara fotoğraf çekmek zorunda kalıyorum (gene parantez içi ünlem)....


12 Mart 2011

church - wellesley village


toronto'da çektiğim fotoğrafları doğru dürüst bir sıralamaya koyamadım. ben de görüşmelere gidip gelirken kayıt altına aldıklarımı daha sonra kullanmak üzere bir kenara koyup kentin sokaklarında yalnız başıma yürüme şansımın olduğu cuma gününden başladım. yürüme rotamla aynı hatta fotoğraf koymakla başlıyorum efendim. buyrun:

2 Mart 2011

bloguma dokunma!


"bolivya'ya peru'ya vize uygulamayan avrupa, şerefsizlik yapma da vizeleri kadır bize" diyen sevgili ülkem, habire gelişen, durmaksızın irileşip serpilen demokrasimiz sayesinde olsa gerek bir siteye, bu siteye, erişimi kapatma kararı almış. bir süre erişimimiz olamayacak anlaşılan buralara.. yasak uygulanıncaya kadar elde ne var ne yoksa devam buradan. yoksa başka bir çare bulmak şart olacak herhalde..

27 Şubat 2011

cn tower


toronto'nun en sevdiğim ikinci yeri cn tower oldu. belki başka şartlar altında listebaşı bile olurdu ama bu sefer öyle. bu bloga kanada'ya gidiyom ben diye koyduğum fotoğrafta da görülebileceği gibi neredeyse tüm toronto fotoğraflarında bu kule haliyle mevcut. gidenin görmeme şansı yok tabi. ben fırsat olsa da çıksam diye düşünürken, tam kanada'ya gideeğimiz günün öncesinde kanadalıların cn tower'da bir öğle yemeği ayarladığını öğrenip göklere uçuyorum. hem bir dileğim gerçekleşiyor hem de kanadalılar nihayet bir yemek ısmarlayacaklar bize :)

21 Şubat 2011

yollarda


nihayet yollardayız ve kanadalıların deyimiyle "ağaç sayıyoruz". bunu ilk duyduğumda bu heriflerin kültürsüzlüğüne vermiştim ama biraz erken bir yargı imiş bu. çünkü rakım farkı olmayan bir yerde zaten etrafta görecek bir şey varsa da göremezsiniz, hele ki geçtiğiniz coğrafya sulak alan ekosisteminin tam ortasıysa ve ağaç dikeni döven yoksa. yani gittik 5-6 saat yol ama pek de bir şey gör(e)medik. yine de, yalana ne gerek, gördüklerimden ziyadesiyle hoşnutum...

17 Şubat 2011

ottawa part IV


ottawa'yı bitireyim de ikinci durak toronto'ya gideyim artık. yoksa ben bu fotoğrafları bitirip buraya koyamadan gideceğim başka bir yere o olacak sonunda ! :)

13 Şubat 2011

Me siento afortunado (ottawa part III)

kanada ile ispanyolcanın gram alakası yok. hem başlığımız çok dilli olsun diye hem de ispanyolca öğreneceğimi millete duyarayım da bir taahüt olsun diye ispanyolca oldu başlık. evet, çocuğum olacak ve evet, ben yine bir okula kayıt yaptırdım (annem babam duymasın!). efendim bu seferki macera ankara üniversitesinde :)


günlerden pazartesi. ve biz asıl geliş amacımızı icra etmek üzere yoldayız. ilk gün ya, bizim için çok yoğun bir program hazırlanmış. hava daha güzel, daha fotografik. ama biz çalışıyoruz. normal şartlarda mesai saatlerimi tükettiğimin masamın 8-9 bin km ötesinde.


8 Şubat 2011

I fell lucky (ottawa part II)



ottawa tam bir başkent. simcity4’te planlanmış, cetvelle özenle çizilmiş geniş sokaklar, ticari downtown ile hükümet binalarının iç içeliği, etrafını saran ikamet alanları… şimdi kendisini chpyi kurtarmaya adayan sencer hocam (ayata) urban sociology dersinde anlatmıştı bana bu kuzey Amerika yeni kıta kentlerinin yapısını. bu ottawa hık demiş de burnundan düşmüş o anlatılanların. chpyi kurtarmaya kendisini adamış bir diğer hocam, tarık hocam (şengül) da urban policy planning derslerinde demişti aslında bu downtown döneminin kapanıyor olduğunu. anlaşılan o ki bu kanada o kadar stabil bir ülke ki –bu ülkeyi sırf 20.yy'da 69 yıl liberal parti yönetmiş- kentsel değişim bile farklı yaşıyor. mesela new york veya chicago gibi bir kent yok güvenlikmiş yok kentsel yenilenmeymiş derken rantsal değişime maruz kalıyorken, mesela vatandaş downtown’u kent yoksullarına yani halka terk edip güvenlikli banliyolarına sığınırken, bu kanada’da pek öyle görünmüyor. kanada abd’den çok daha genç, çok daha çokkültürlü, çok göçmenli –hala alıyor, ilgilenenlere, ama bir o kadar da güvenli olan kanada’da (michael moore’a çak bi selam!) downtown’u terk edişin nedeni olarak başka bir neden bulunması gerekiyor bu nedenle. ama banliyöleşme eğilimi burada da var (gördük de söylüyoz, mesela  bizim büyükelçiliğinde içinde olduğu ultrazenginlerin mahallesi de kent dışında). buna bahane olarak ne bulduklarını sormayın, bilmiyorum. gerçi ben new york’ta, new haven’da, boston’da ve providence’da da gece dolaştım ve onların tehdit dediklerini ben dert etmedim ama bu belki de turist ahmaklığıydı bilemem. Bu ahmaklığın boyutları vakti zamanında harlem’in ortasında bir hostelde ikametimden ölçülebilir heralde. Dediğim gibi, güvenlik endişesi mi? bi ankara’da bi dolaşın siz…

7 Şubat 2011

J'ai de la chance (ottawa part I)

başlıktan başlayalım. "j'ai de la chance" kendimi şanslı hissediyorum demek. benim için çok güzel bir başlık oldu bu. gerçekten de şanslıydım. bu bahane olmasaydı kanada'yı görme şansım asla olmazdı herhalde. yani param olsa dahi ömür vefa etse de kanada gidilip görülecek ülkeler sıralamamda pek de parlak bir yerde değildi. hep göçmen olunacak yerler arasında saysak da pek bilmediğimiz bir yermiş kanada, onu anladım. o nedenle kendimi şanslı hissediyorum. peki neden fransızca? çünkü bu gittiğim ilk fransızca konuşulan ülke. her şey iki dilli. iki dil bizi bozar diyen zerzavatın zorunlu istikamet mekanı olmasını dilerim -kanada'nın kuzey kısmının bilhassa. ama her şeyden öte bu başlık picasa'dan. bu fotoğrafların üzerinden bunca zaman (ve olay) geçmesine rağmen nihayet ellenip bloglanmasına imkan veren dahiyane program picasa'dan. buradaki tüm fotoğraflara "I'm feeling lucky" tuşuna basmaktan gayri hiçbir müdahaleden bulunulmamıştır. üşengeçliğime verin :)


aslında çoktandır niyetim vardı bu fotoğraflarla uğraşmaya da bir türlü adamlar şöyle yapmışlar, böyle düşünmüşler moduna giremedim bir türlü. bir de zorunlu aradan dolayı oralarda dolanırken düşündüklerimi hissettiklerimi unutur gibi oldum. o da zor geldi. ama klavyenin kendi kişisel yeteneğine güveniyorum. yazacaz bişeyler.

blogun asıl hedefine doğru alınmış önemli bir mesafe var artık. blogun asıl amacı kişisel bi fotoğraf günlüğü tutmaktı; geçmişe bakınca "2009 şubatında şu olmuştu harbiden yaaaa" diye hatırlayabilmekti hedef. ilkay'la konuşurken hep olur da bir çocuğumuz olursa onun için çok eğlenceli olacak bu blog dedik kaç kez. neyse artık hedeflerden belki de en büyüğü yola çıkmış küçüğe anasının babasının ne menem şeyler olduğunu anlatacak olan bu blogu ihmal etmemek. gel bakalım bebek! geleceksen göreceğin de var :) ---- evet evet baba oluyom ben ! :)  j'ai de la chance !!!

1 Ocak 2011

renewed old ankara

aslında ne olup bittiğini pek de hatırlamıyorum ama borik kardeş ankara'ya gelince ulus tarafını gezeceğimiz tuttu. her ulus denildiğinde ne var ki orada yine diyerek habire kaçma çabası içinde olsam da her gittiğimde de ziyadesiyle memnun kaldım. sanırım ne olursa olsun alışıldık mekanların dışına çıkmak insanı mutlu ediyor :)


o sıralar odtü ile son kontağım olan kentsel politika planlama ve yerel politikalar yüksek lisans programı ile ilişiğimin kesildiğinin bana aps yoluyla iletildiği günlerdi.  kentsel dönüşüm, yeniden değerli kılma gibi afili kelimelerin ardına sığınmış olan rant meselesi ile artık akademik anlamda ilgilenmeyeceğim anlamına da geliyordu bu tabi ki. gerçi bu geziyi yaptığımızda o zamanki derdim çok çok farklıydı tabi. ama ben bir dönüşüm gördüm ki tahayyül edemezdim görmeseydim!