31 Aralık 2010

bir paragrafla elde kalmışlar

 2010 berbat geçen bir yıl oldu işin aslına bakılırsa. her şeyden evvel neredeyse her ay düzenli olarak hastaneye gittik. bahanemiz hiç eksik olmadı ki! annem, babam, kaynanam, kaynatam, teyzem, yengem, ablam, abim, yiğenim, kayın amcam, kayın dayım, kayın komşum....  ve nihayetinde ben! bu kurban bayramını kazasız belasız geçiremedik şu uğursuz 2010 yılı yüzünden. bıçağı müthiş bir isabetle baş parmak tendonuma soktum, sonra ameliyat oldum, sonra dikiş yerim iğrenç bir hal alınca doktorlarla beraber panik olduk. önce bir ameliyat daha dediler, sonra şarbon olabilir dediler, en nihayetinde orf olduğum anlaşıldı. 6 haftadır evde yatıyorum hiçbir şey yapmadan. ama neyse ki  2010 bitiyor :) 

(ayrıca 31 ocak 2010 tarihi itibarıyla sigarasızlığın 150. gününü de devirmiş bulunuyoruz. 6. ay sendromu feci !!)


ben de sene bitmeden elimdekilerin bir kısmından daha kurtulayım da rahata ereyim dedim. buyrun;


25 Kasım 2010

şuursuz taraftar


bizimkiler buradayken en zoru tabi ki serhat'ı eğlendirebilmekti. elimizdeki kısıtlı imkanlarla üzerime düşeni yaptım tabi. ama bana serhat'ın zamanı nasıl geçirmek istediğine dair üretkenliği pek işime yaradı, onu da itiraf etmem gerekiyor. yine de bu üretkenliğin genellikle şöyle bir sonucu var: yapılacak tüm aktivite diğer insanları da kapsıyor, asla ve asla serhat'ın sadece kendisini kapsamıyor. bir çok şeyin üstesinden kolaylıkla gelmesini sağlayan sosyal becerileri bizim de iki unutulmaz gece geçirmemizi sağladı. serhat'ımın uğruna maaile taraftar olduk...

aile saadeti

yanlış anlaşılma olmasın. aşağıdaki hareket birine küfür etmek için yapılmadı. aslında küfür edilecek kişi konusunda bir sıkıntımız da yok gerçi. 
bu bizim serhat'ın en sevdiği pozu :)





bizimkilerle beraber ankara'da kısa geziler yaptık. yaptık yapmasına da pek zor oldu aslında. kararım kesindir: en yakın zamanda ehliyet -ve mümkünse araba- alınacak! yoksa olmuyor. hep ankara'ya gelenleri gezdirme sıkıntısı içindeyiz zaten (malum ankara işte -tuba duymasın!) bir de var olan yerlere kafamız estiğince gidip gelemiyoruz. neyse ki ankara'ya daha yeni yeni ayağı alışan bizimkileri götürecek şimdilik bir kaç yer vardı...

21 Kasım 2010

hızlı yarımada turu


istanbul'a o zaman gidiş nedenimiz olan nikahtan sonra biraz koşarak biraz keyif çatarak yaptığımız hızlı yarımada turudur... nedense çok da gitmemiş elimiz fotoğraf makinesine...

13 Kasım 2010

büyükada


yazın yaptığımız büyük koşturmamızdan devam...

istanbul'a düğün bahanesiyle geldik. inanılmaz sıcak, vıcık vıcık
kendimizi bir vapura atarsak azıcık serinleriz belki dedik,  ada vapuruna atladık. ama faydası yok!
yine de çok güzel bir seçim yapmışız. gerçi haftaiçi ada daha sakin olur demiştik ama hiç de öyle değilmiş. bir biz bir de neden olduğunu çözemediğimiz bir çok arap turist vardı adada.
maalesef bisiklet için fiziki koşullarımız elverişli değildi (alacağın olsun ilkay!)


30 Ekim 2010

çınar


9 günlüğüne uzun bir yolculuğa çıkıyorum.
süre değil yol uzun
istikamet, kanada....

görüşmek üzere...

26 Ekim 2010

kısa bir odtü


düğün ertesi odtü'ye kahvaltıya gittik. sonra herkese evli evine köylü köyüne yaptık...




18 temmuz 2010

düğün dernek



17 temmuz 2010'da burcu'muzla cemal'imizi everdik allah'ın izniylen...

bir yastıkta kocasınlar, başbakanımıza uyup dizi dizi evlatları olsun :)


13 Ekim 2010

bodrum



tamam artık koyuyorum, ihmal etmiyorum blogu dedim diyeli 1 aydan fazla zaman geçmiş. bu sırada bekleyen fotoğraflar da üst üste yığılmış. ama hayat şu sıralar fazlasıyla hızlı benim için. o nedenle biraz ipin ucunu kaçırdım açıkçası. işte eşşekler gibi çalışıyorum. eve gelince yemekten sonra canım daha fazla sigara çekmesin diye olsa gerek 10 gibi uykum geliyor (bugün sigaradan azadeliğin 70. günü!). haftasonları da marifetmiş gibi hafta içinden daha erken saatte kalkıp pedallamaya gidiyoruz.--bunun ayrıntıları sonra :)

eldeki fotoğrafları atlamak istemiyorum o yüzden hızlı bir geçiş seromonisi halinde sunacağım...

31 Ağustos 2010

gündoğan, yalıkavak, gümüşlük


o kadar şikayet ettik ama yine de gezmeden edemedik aslında. ilkay'ın uğraşları sonucunda dondurma yemek için yalıkavak'a gittik. sonra da yeterince fotoğraf çekemedik deyip gümüşlük'e kaçtık. aslında altımızda bir araba olsaydı veya bu küçük yerleşim birimleri arasındaki ulaşım sorunsuz olsaydı biz yine de dolanabilirdik yarımada etrafında. ama hava çok ama çok sıcaktı; o sıcakta minibüs beklemek ızdıraptı; o minibüslerde ayakta sıkış tepiş gitmek işkenceydi; ve minibüslerin akşam 17:00'de bitmesi ve gelinen yarım saatlik yolun dönüşünün bodrum üzerinden tüm yarımadayı dönerek 2 saatte alınması başka bir olaydı. hal böyle iken böyle oldu işte...


14 Ağustos 2010

yeni sezona hazırım

uyanınca o gün giyecek gömleğimin olmadığın anladım. gözümden uyku aka aka ütü yaptım. ilkay'la servise bindik. kızılay'a giderken yine uyudum. 15 dakika uyumak her halükarda kardır. güvenpark'ta indik, kaşarlı poğaça aldık. sonra ilkay gitti. ben de poğaçayı dişlerken 100yıl veya çukurambar dolmuşlarından birine binmek üzere durağa gittim. bulduğum ilk dolmuşa oturdum, paramı uzattım. her zamanki gibi. ta ki oradaki ayakçı kafasını kapıdan uzatıp kimsenin gözüne bakmadan o tok ama harikülade sesiyle "bahçeli, armada, çukurambar arabası. balgat'tan yüzyıldan geçmez. yanlış binmeyelim" deyinceye kadar.




aradan nerdeyse 1 ay geçti. biz tatile gittik. döndük düğün yaptık. kalanlarla ankara'da gün geçirdik. sonra istanbul'a gittik. vıcık vıcık bir sıcak. orada nikah yaptık. yemek yemedik diye azarlandık. ankara'ya döndük. temizlik yaptım yine. bizimkiler geldi. benim için cehennem sıcağı, bizimkiler için serin bir esinti olan ankara'nın kuru sıcağında kısa ankara gezileri yaptık. sonra onlar gittiler, tuba kaldı. evimizi süpürdü, bulaşıkları topladı, kedilere baktı. sonra onu gönderdik, biz hacıbektaş'a gittik. döndük. işe geri döndüm. sonra istifa ettim. yeni işime başladım. şimdi yeni işyerimin o can sıkıcı ortamına ve bütün tuhaflıkları üzerine toplamışa benzeyen yeni iş arkadaşıma alışmaya çalışıyorum. hiçbiri yetmemiş gibi sigarayı da bıraktım. bırakmış gibi yapıyorum belki. ama içmiyorum 10 gündür.


o ayakçı 1,5 senedir her iş sabahı duyduğum o sözleri tekrar etmeseydi, dolmuştaki bizleri uyarmasaydı yanlış arabaya binmeyelim diye, kendimi başka bir zaman boyutuna geçmiş gibi hissedebilirdim alimallah. oysa değişen hiçbir şey yok. aynı kentteyim; ama çok sıcak. farklı işteyim; ama değişen çok da birşey yok. hala 15 gün tatil yapabilmek için deli gibi çalışmak zorundayız!


(ara not: yukarıdaki ilk iki foto dennis beyimizin çektiği iki alakasız fotoğraftır. konuyla alakası yoktur. ama kendisi vatani görevini icra etmeye kastamonu yollarına düşmüştür. onun için buradadır!)

onca şeyi yaparken tonla fotoğraf çektim ama bir türlü başına geçip de koyamıyorum buraya. bu haftaya kadar kişisel gündemimin sıkışıklığındandı. şimdiyse sigarasızlıktan. karar verdim; sigara içmeden buraya çektiklerimi koymaya başlarsam, o isteğin üstesinden gelebilirsem, o zaman inanacağım o lanet sigarayla yaptığım savaşın ilk raundunu kazanabileceğime...


uykusuzdan...
   

21 Temmuz 2010

döndük !



begonvil, beyaz badanalı ve mavi kapılı bir ev.
bodrum'daydık.
geldik de üstüne düğün bile yaptık.
hatta yetmedi, şimdi de istanbul'a gidiyoruz, bir düğünümüz daha var!
gelince bol bol görüşürüz....

10 Temmuz 2010

tatile gidiyoruz



bizim tayfayla tatile gidiyoruz ! o kadar çok ihtiyacımız vardı ki bu tatile, geriye doğru saya saya bitermedik günleri. yine hep beraberiz, yine yollardayız. heyyoooooooo gidiyoruz ulenn!!


üstteki fotoğraf ya 1999 ya da 2000 yılından. O zaman altımızda 900 motor bi renault twingo vardı. Aytaç'ın bok böceği. tepmediğimiz yol kalmadı birlikte. hatta şöyle söyleyelim foça'dan tutun aşağı doğru ege sahillerinden devam edin ve bunu sahil hattı boyunca (!) alanya'ya kadar sürdürün. o yolları hep beraber aldık. küçücük bir araba, iki tane ucuz çadır, piknik tüpü, çaydanlık, iki üç tava, gezip duruyorduk. şimdiyse senede 15 izin günümüzü satın alabilmek için var gücümüzle çalışıp duruyoruz...


neyse. enseyi karartmayalım! biz yine tatile gidiyoruz. ben, ilkay, aytaç, özlem, dilek ve deniz'le :)

darısı başınıza millet !

9 Temmuz 2010

elimde kalanlar - 2

 lajvard blogunda çektiği nilüfer fotoğraflarını koyunca "özendim şimdi. ben de çektiğim kurbağa fotoğraflarını koyayım bari" demiştim. beni ne kadar ciddiye aldı bilemem ama o da kaplumbağa fotoğrafları koymayı taahüt etti. elinde harbiden var mı bilmem, eğer yoksa dağda tepede günlerce fotosu çekilecek kaplumbağa arayacak sanırım :) ama bende gerçekten de vardu kurbaa fotosu. ne diyeyim o düşünsün!


buradaki fotoğraflar 23-24 nisandaki salihli'ye aile ziyaretimizden. aslında piknik yaptık, et yedik, çekirdek çitledik bol bol. ama kimsenin canı kalmasın şimdilik diyerek o fotoları mümkün olduğunca pas geçiyorum. "elimde kalanların" ikinci postası işte o günlerden....

8 Temmuz 2010

elimde kalanlar - 1

uzun bir aradan sonra yine ben! gerçi 20 gün olmuş ama bloglama için uzun bir ara. neden bu kadar geciktim sorusuna verecek yanıtım "fotoğraf çekmiyorum da ondan" değil. fotoğraf çekiyorum yine, arada, sırada. yalnız şöyle bir durum oluştu. google analytics sayesinde siteye kimler neden gelmiş az çok görebiliyorum. son zamanlarda "grup yorum" konseri ile ilgili aramalar sonucu buraya gelmiş ve takip etmeye karar vermiş olan bir çok izleyici var. ve ben buraya ne koyacağımı o yüzden biraz şaşırdım. blogu yapmaya ilk başlarken çektiğimiz fotoğraflar üzerinden bir foto-günlük gibi bir şey olsun istemiştim. yani yediğimiz, içtiğimiz, gittiğimiz, katıldığımız, sinirlendiğimiz, eğlendiğimiz, güldüğümüz şeyleri fotoğraf üzerinden bellekte tutmaktı asıl amacım. ankara'ya mahkum bir çalışan olduğumuz için ve bittabi ankara'da ve ülkede olup bitenlere sadece seyirci kalamayacağımız için blogda bolca eylem ve foto-haber etiketli başlık oldu. bu biraz blogun gidişini kaydırdı. oysa bu blogu kafamda tasarlarken amatör fotoğrafçı olarak "sanatsal fotoğraf", "eylem fotoğrafı", "aile, eş, dost fotoğrafı" ve/veya "gezi fotoğrafları" diye bir ayrım yapmamıştım. yani hem gündem içinde ne hissetiğimiz olacaktı hem de eşin dostun düğünü sünneti, hem gezdiğimiz yerlerden anılar olacaktı hem de kedilerin zıpırlıkları. şimdi o yüzden gerginim. belli google aramalarından dolayı burayı takibe geçmiş kişilere "biz antakya'dayken ..." veya "biz bilmem nerede içerken ...." diye başlayan cümlelerle bizim kendi fotoğraflarımızı mı sunacağım?

maalesef öyle... blogun bir şekilde takip edilmesi hoşuma gitmiyor da değil tabi. gidiyor. ama yaşam da (yaşamım da) devam ediyor. kimseye bir şey vaad etmedim ama kendi kendime olay çıkardım. neyse, dostlar, ben devam ediyorum. günlüğe düşülmesi gereken notlarla...


uzun süredir düzenlediğim ama fırsatını ve bahanesini bulup da buraya koyamadığım fotoğrafları fotoğraf makinesine kavuşmamızın 1. yılı şerefine buraya eklemeye başlıyorum... konu, kişi, mekan ve zaman bütünlüğü yoktur....


14 Haziran 2010

grup yorum 25. yıl konseri

grup yorum 25. yıl konseri yapacaktı da biz gitmeyecektik!? hiç mümkün mü? neredeyse iki ay önceden yapılmış planlar bazen aksıyacak gibi oldu, bazen gaza geldik 10 otobüs gidecek gibi olduk, ama işi nihayete erdirip  inönü stadının tribünlerinde yerlerimizi aldık.


yorum konseri için en büyük motivasyonlarımdan birisi de hiç şüphesiz o kalabalığı, coşkuyu fotoğraflamaktı tabi. amma velakin bu salak adam -yani ben!- fotoğraf makinesini gün boyu sırtında taşıdım. hem de o istanbul'un vıcık vıcık sıcağında. ama neyi farkettim dehşet içinde? fotoğraf makinesinin şarjı yoktu. şarj edilmediğinden değil, bataryayı tümden evde unutmuşum. aradım taradım ama taksim'de istiklal'de tek bir canon bayisi bulamadım. paraya kıyıp alacaktım bir battery grip. ve muhtemeldir ki hayatımda bir konserde karşılaştığım ve muhtemelen karşılaşacağım en kalabalık kitleyi -55,000 kişiyi- kaçırmış oldum. bundan ötürüdür ki buradaki fotoğrafların (ve videoların) hiçbiri benim değil. o değil de, istanbul'a gitmeden tripodu götürsem mi götürmesem mi diye ikircikli kalmıştım. götürsem çok hoş olacakmış gerçekten de. sırtımda çanta, elimde fotoğraf makinesi, yanımda tripod, batarya evde! çok salağım çok. 

"makine iyi ki yoktu da adam gibi konser seyrettin" dedi ilkay. konser seyredilen bir şey midir yoksa dinlenen bir şey midir bilmem ama bu kez ilkay haklı sanırım. buyrun:

27 Mayıs 2010

leman sam ve biz


devrim yürüyüşü sonrasında leman sam konseri. buradaki fotoğrafları seçerken habire leman sam şarkıları aklıma düştü. sesim çok güzel heba olmasın sağda solda diyerek şarkıları hep içimden söyledim. sonra sustum, leman söyledi. ilkay'a dediğim gibi kafamın içinde radyo istasyonları fink atıyor (ona göre diş dolgularım kapıyordur belki frekansları. oysa benim diş dolgularım metal değil :) )..

marsis konserinde gerçekten çok eğlenmiştik. ama leman sam bir başka. kendi şarkılarını söyledi, kızı şehnaz sam "commandante che guevera" ile milleti coşturdu, arada ankara havaları çaldılar, en son da zülfü livaneli şarkıları ile konseri bitirdiler. daha ne olsun? haaa leman sam şahnaz'ın yanında şevval'i de getirse çok memnun olurduk tabi. seneye inşallah... benim için bu seneki şenliğin en güzel konseriydi...

25 Mayıs 2010

lost


lost nihayete erdi. lostie'lerin kiminin kıçı tavana vurdu, kimi de hayal kırıklığı ile uykunun yolunu tuttu. ah anam vah anam 6 senemiz heba oldu, onca bölümü bunun için mi izledik, kolay mı ulan 115 bölüm yani 4800 dakika izledik de finali bu mu olacaktı, herşey mistikmiş, bilimsel değilmiş, yalanmış, dolanmış, sulu zırtlak kıçı çıplak bir final olmuş da da da... ne bekliyordunuz ki saygıdeğer lostie kardeşlerim?

hepimiz bu bir rüya olsun (da kimin olursa olsun) da kendimizi eşleştirdiğimiz lost figürleri bunca eziyete cefaya katlanmış olmasın, o güzel claire kafayı yemesin, mr. eko totemlerine devam etsin, walter köpeciği ile boğuşup dursun, sayid nadya'sına kavuşsun, ben'le jack ezik ezik yaşamaya devam etsin, sawyer dolandırıcılığa devam etsin istemedik? söyleyin ha hangimiz? hepimiz istedik herşey rüya olsun oceanic flight 815 düşmemiş olsun. bunların hepsi kate'in cinsel fantezisi olsun. ama olmadı! hepsi gerçekmiş!

neyse, see you in another life brother!

23 Mayıs 2010

devrim




bahar şenliğinin 3. günü. geleneksel devrim yürüyüşü ve 'devrim' stadının sahasına mumlarla 'devrim' yazılması. bu kadar 'devrim' demişken, artık 'devrim' kelimesi spor medyasında bile korkulmadan kullanılıyorken (ve buna yol açan bursaspor harbiden de ülke futbolunda bir devrime imza atmışken) bu konu başlığı başka bir şey olamazdı. 

saat 17:00'de projeyi gerçekleştirmek üzere tribündeki yerimi aldım. 17:04'de başlayan çekimler 20:26'da bitti. bu arada 440 fotoğraf çekilmiş. bunlar moviesalsa programı ile 10 fps olacak şekilde birleştirildi. ilk time lapse denemem. aslında istediğim tam olarak bu değildi. mesela havanın kararışını, ışığın gidişini de vermek isterdim. ama ilk denemde aperture-priority ile ve otomatik iso'da çekince bu pek mümkün olmadı. manuel çekim yapmak gerekiyor. aslında time lapse için 15-20 fps daha uygun ama o zaman da insanlar hiç belli olmuyordu. en iyi sonucu böyle aldım. bunda da gökyüzü belli olmadı. ama na'palım bir dahaki sefere...

21 Mayıs 2010

marsis




marsis! tolga sayesinde tanıdığımız, tanıştığımız harika grup! 13 nisan akşamı odtü bahar şenliğinde stad konserindeydiler. dinlemek başka şeymiş, izlemek görmek başka şey. ilk dinlerken herkes gibi ben de kazım'ı dinliyormuş gibi olmuştum. hatta ilk tepkim, yalan yok, 'kazım taklitçisi' olmuştu. nedense iyi yapılan her işi öncekilere tahvil etmek gibi bir hastalığımız var. ne büyük haksızlık! bu, bütün raggae sanatçılarını bob marley'e benzetmeye benziyor. bunu marsis'i dinleyene kadar anlamamıştım. en başta yaptığım haksızlığı tüm utancımla birlikte geri alıyorum. size en fazla yine kazım'a referansla 'kazım'ın takipçileri' denir ki bu sizler için ve bizler için gurur verici bir şey olsa gerek....


30 Nisan 2010

1 mayıs




1 mayıs kutlu olsun!

bükme

uzun süreden beri bizimkileri göremedim. artık bir sınıra gelmiş olsak gerek ki telefon açıp "haftaya oradayız. toplayın milleti de bir bükme yiyelim" dedik. sağolsun milleti haberdar etme ve işleri organize etme işini annem üslenmiş. köye gittik, bükmelerimizi yaptık da afiyetle yedik. hatta bu yeme işini o kadar abarttık ki "özlemek bahane yemek şahane" durumuna düştük. yok vallahi değil. özlediğimiz için gittik, yemek bahane! 


ilk gittiğimiz gün toplaşıp piknik yapmaya gittik. ama o daha sonraki konuya kalsın. fotoğrafları makineden bilgisayara atarken şu fotoğrafları yeniden gördüm de burnumda tüttü mübarek. bir an önce buradan başlamak gerek!

27 Mart 2010

angara angara güzel angara

önceki konuda yazdığım gibi işim düştü de nevruza katıldım. aynı şekilde yine işim düştü de nevruza davetli olanlara ankara gezisi yaptırdım. daha doğrusu koşturdum. bir gün içerisinde anıtkabir, resim-heykel müzesi, etnografya müzesi, kale, rahmi koç müzesi, anadolu medeniyetler müzesi, ilk tbmm müzesi, kurtuluş müzesi gezilemiyormuş. ama isterseniz koşuşturabiliyorsunuz bunların arasında. onu öğrendik.

her şeyden öte ulus'a ne kadar haksızlık yaptığımı, ankara'yı aslında doğru düzgün görmediğimin farkına vardım. hiç olmazsa 15 saat süren bu koşuşturma sonucunda planladığım ankara gezimin neyi kapsayıp neyi kapsamayacağının kararını vermiş durumdayım :)


yukarıdaki foto ile gezimizin bir alakası yoktu. ama nevruz kutlaması yapılırken karşıma gelen kareyi çekmek durumunda kaldım. neticede gezdiğimiz yerleri barındırıyor. sanki ankara değil de ne bileyim avrupadan bir yer. dikkatinizi çekerim fotoğrafı az çok güzel kılan şeylerin hepsi devlet binası :) yukarıda tepedekiler etnografya müzesi ve resim heykel müzesi. onun altındaki devlet opera balesi, su zaten gençlik parkı. bir de devlet kötü der bazı densizler! :)


14 Mart 2010

st. pierre kilisesi

.
ve nihayet st. pierre kilisesi. milleti gündüz vakti zorla rakı masasından kaldırışımız, son anda gitmeye karar verişimiz, bizim gibi koskoca 5 kişiyi alacak bir taksi buluşumuz, benim cüzdanımı evde unutuşum ama ören yerinin girişindeki görevlinin yanımmda 3 tane barış da olması sayesinde benim kültür bakanlığı çalışanı olduğuma ikna oluşu -ne alakaysa-, ziyaret için son 20 dakika oluşu ve deli gibi sürekli çiseleyen bir yağmur. buraya dair ne varsa döktüm işte eteklerimden...


13 Mart 2010

antioch



konu bütünlüğü olsun diye kasıp duruyorum ama yazacaklarımı da günden güne unutuyorum. en iyisi parça parça olanları burya not düşmek. ne demişler, aklımda duracağına blogumda dursun...



iyi de bu karmançorman konuya nasıl bir başlık fotoğrafı yüklemeli diye az düşünmedim değil. en iyisi bir dükkanın camında gördüğüm bir afişi kullanmak. bu afişin özellikle antakya için tasarlanıp tasarlanmadığı hakkında en küçük fikrim yok. ama antakyalıların bu afşi pek sahiplendikleri söylenebilir. çünkü bir çok yerde rastladık buna. üzerinde öyle ya da böyle la ilahe ilallah yazıyor. yani allah'tan başka tanrı yoktur. almancasında da neredeyse aynı; tek tanrıya inanıyoruz. sanırım diğerleri de bu minvalde. gördüğümüz afişlerin kimisinde türkçe olarak hepimiz tek tanrıya inanıyoruz yazıyordu. yukarıda afişte ise haç, davud yıldızı ve hilal'in arasında abraham yazıyor görüldüğü üzere. efendim bu bildiğimiz (hz) ibrahim'dir. ve bu tek kitaplı dinlerin tümüne dinler tarihi literatüründe abrahamic dinler denir. yani köken olarak ibrahim'e dayanan dinler. 

12 Mart 2010

mozaik


antakya'ya yolu düşenlerin mutlaka uğraması gereken bir yermiş bu mozaik müzesi. önceden gezip görenler hep öyle demişti. biz de bir deneyelim dedik. ki bizim müze tarihimizde bir ilktir: giriş ücreti olan 5 tl'yi vermeden işyeri kimliğimi göstererek elimizi kolumuzu sallayarak geçtik. demek kimlik bir işe yarıyormuş! şimdilik sadece bu işe yaradı da!

8 Mart 2010

'türk' katolik kilisesi


ve karşınızda neredeyse tüm antakya tanıtım broşürlerinde yer alan fotoğraf! ben de çektim :) efendim, burası antakya katolik kilisesi. hemen sarımiye camii'nin arkasında, zenginler mahllesinin içinde. buyurun...

habibi neccar camii


antakya'ya gitmeden önce her zaman yaptığım gibi antakya ve yöresini google earth marifetiyle gezmiştim. ve habibi neccar'ın önemli bir şahsiyet olduğunu o an anlamıştım! çok zekiyim. habibi neccar camii, habibi neccar türbesi ve de antakya'nın sırtını dayadığı habibi neccar dağı. barış'ın babası arapça bildiği için "adnan amca, habibi neccar aslında habib-i neccar demek di mi, yani neccar'ın sevgilisi" diye sordum. öyle değilmiş. habibi neccar, 'sevgili neccar' demekmiş ve neccar da marangoz demekmiş. dedim ya gitmeden okumuştuk birşeyler diye. bu adam islamiyet öncesi, daha doğrusu hristiyanlığın ilk dönemlerinde yaşamış bir zat-ı muhteremdi ve 'marangoz' aynı zamanda hz. isa'yı anlatan kelimelerden biriydi. okulda ve kızılay'ın bilumum yerinde dağıtılan kitapçıkları hatırlamak gerek: more than a carpenter (bir marangozdan fazlası). bu marangoz bağlantısı içimizdeki komplocu serüvensever ruhu ortaya koydu hemen. camiyi ve türbeyi o ruh hali içinde dolaştım.

7 Mart 2010

antakya ortodoks kilisesi ve protestan kilisesi

mülakat bahanesiyle antakya'daydık. nedense (gerçi nedenlerini biliyorum ya) burayı hep çok merak etmiştim ve nasip oldu, geldik, gördük, yedik, içtik :) merak ettiğim kadar varmış antakya. işte efendim, antakya'yı neden bu kadar sevdiğime dair başlıklara nihayet başlıyorum. en son konuda diyecelerimi derim artık...

antakya'da bizi barış karşıladı. ve sağolsun hakkını vererek gezdirdi, yedirdi, içirdi. müteşekkiriz kendisine. ilk durağımız hemen antakya'nın kalbinde yer alan resmi adı antakya azizler petruz ve pavlus ortodoks kilisesi idi.


kaldığımız iki gün boyunca ziyaret (veya ayin) saatini bir türlü denk getiremediğimiz için maalesef burayı gezemedik. dışarıdan gördüğümüzle kaldık. daha önce diyarbakır mar petyun keldani kilisesinden bahsederken türkiye'nin en güzel 10 kilisesi gibi bir sıralamadan bahsetmiştim. keldani kilisesi bu sıralamada 9. sırada iken antakya ortodoks kilisesi 5. sırada yer alıyor. ve biz yine doğru düzgün göremedik. bir bahtsızlığımız var ama...


25 Şubat 2010

dilek deniz'i seviyor...


karşınızda yeni sözlüler, yeni nişanlılar! pek tabi onlar da işe bir nikah olsun diye başlayanlardan :) ne gerek var ki, biz istemiyoruz ki, biz farklıyız ki gibi türlü söylemlerle girişilen iş haliyle onların dediği gibi olmadı. haliyle diyorum çünkü bunun ilk örneğini biz teşkil ediyoruz (o zaman bile bülent abi gelip biz de bi nikah yeter diyorduk ama davullu zurnalı yaptık düğünü demişti). biz demiştik, boşuna çabalamayın, aileler ne isterse o oluyor. bkz: biz, ali-pınar, aytaç-özlem. cemal'le burcu pek uymuyorlar bu tanıma gerçi. neyse, efendim bi nikah diyerek yola koyulan ama şimdiden bohçalı, salonlu nişanlanan dilek hanım ve deniz bey....

--bence dilek o mor ya da pembe gelinliğimsi şeylerden giymeliydi :)

22 Şubat 2010

bohça


nihayet beklediğimiz tarih geldi. 20 şubat 2010. kızımız dilek'i oğlumuz deniz'e aldık. veya şöyle de denilebilir: kızımız dilek'i oğlumuz deniz'e vardik. nasılsa ne alanız ne de veren ya, hatta hem alanız hem veren, en çok biz eğlendik, karlı çıktık :) dilek ve deniz telaşını çekti, tüm gerginlikleri yaşadı, keyfini biz sürdük vesselam...


ani bir kararla lüks doğu karadeniz seyahat ile afyon'a, oradan şans eseri de kamil koç ile denizli'ye geçtik. aytaç'ın uçağından evvel denizli'ye ulaşmış olduk. deniz aytaç'ı almaya geldiğinde bizi de görsün şok olsun dedik. oldu. zaten şu söz/nişan olayında her şey de çok güzel oldu :)

19 Şubat 2010

hayvanat



tekel direnişi serisine küçük bir ara... az da olsa yeni lensimizin keskinlik ayarlarını göstermek gerek. tabi odaklama becerimizi veya beceriksizliğimizi. serçe! çok güzel kuşsun. 50mm ile bile çekilebiliyorsun :)

15 Şubat 2010

kalibrasyon sorunu


arkadaşlar,

bloga koyduğum fotoğrafları siz benim gördüğüm gibi görmüyorsunuz. çok alengilli bir cümle olsa da bu bir gerçeğin ifadesi. efendim ben fotoğrafları kendi monitörümün ayarlarına göre düzenliyorum (mesala bende parlaklık 85/100 iken kontrast 95/100 dü mesela). aynı ayarlar sizin monitörlerdeki ayarlarla aynı olmadığı için benim "aaa ne şahane oldu!" diyerek koyduğum fotoğrafları "amannn ne boktan bir şey bu. neden koydu ki buraya" tarzıyla izliyorsunuz. bunun doğrudan bir çözümü yok ne yazık ki. ama en başta fotoğraf makinesi ile monitör ayarlarını kalibre edebiliriz. sonra da yaşasın mönitörlerin ve ekran kartlarının kardeşliği diyerek tüm bilgisayarları birbirileri ile kalibre edebiliriz. bunu yapınca daha önce yaptığımız fotoğraflar karanlık, boğuk, silik, abartı renkli ya da çok kontrastlı gelecek. aslında buna değer mi bilmiyorum da. aslolan matbu hali neticede. neyse girişimlerim sürecek. bilgilerinize....

2 Şubat 2010

forza tekel!!


tekel direnişinin aldığı desteği anlatabilmek için sadece bunun tribünlerdekilere yansımasına bakmak yetecek aslında. hani hep "futbola siyaset bulaştırmayın" diye garip bir söylem vardır ya, hani siyasetin zaten futbola ölümüne bulaştığını farkedemeyen hatta gizleyen söylem, bir hayli rahatsız bu gidişattan. önce basit bir önermeyle başlamak gerekiyor: 'bir toplumsal eylem tribünlerin çoğundan destek alıyorsa, o eylem sonuna dek gider'.


tekel direnişinde de durum farklı olmadı. daha önce de farklı taraftar gruplarının siyasi mesajlar veren sloganlarına, pankartlarına, eylemde arzı endam edişlerine şahit olmuştur bu gözler. bunun belki en açığa çıkan örnekleri -şimdiye dek- tezkere meselesinde ve filistin meselesinde sergilenmişti. ne mutlu ki (bazı) taraftar grupları tekel direnişine de aktif destek veriyorlar.


9 Ocak 2010

5x7 denemeler


bunlar da diyarbakır'dan son fotoğraflar..

sokaklar. sürekli kara taştan bahsettik ama diyarbakırlılar da bundan sıkılmış olsa gerek ki evlerini rengarenk boyamışlar bazı yerlerde. buraya koyduğum fotoğraflara baktım da sanki photoshopla renklendirmişi gibi olmuş. yok öyle bir şey! o renkler gerçekten var!

3 Ocak 2010

çarşı & pazar



diyarbakır gezimiz az kalsın alışveriş çılgınlığımızın kurbanı oluyordu. taa bu kadar doğuya gelmişiz ya, ve de hediye ile şereflendirilecek onca kişi var ya, bir an kendimizi hacca gitmiş hacı adayları gibi bulduk. habire alışveriş. ama pek renkli bir dünya :)

hasan paşa hanı & deliller hanı

işte karşınızda en baştan beri deyip durduğum hasan paşa hanı. yakın zamana kadar bu han bu işlevde değilmiş. içerisinde esnafın ve kahvehanelerin olduğu metruk bir binaymış. şöyle bir elden geçirmişler ve şimdiki hüviyetine kavuşmuş. artık içinde esnaf çay içmiyor; gelen gidenler çay içiyor. turistik bir mekan olmuş şimdi. biz eski halini bilmediğimizden haliyle bu halini gördük; sevdik..