13 Şubat 2011

Me siento afortunado (ottawa part III)

kanada ile ispanyolcanın gram alakası yok. hem başlığımız çok dilli olsun diye hem de ispanyolca öğreneceğimi millete duyarayım da bir taahüt olsun diye ispanyolca oldu başlık. evet, çocuğum olacak ve evet, ben yine bir okula kayıt yaptırdım (annem babam duymasın!). efendim bu seferki macera ankara üniversitesinde :)


günlerden pazartesi. ve biz asıl geliş amacımızı icra etmek üzere yoldayız. ilk gün ya, bizim için çok yoğun bir program hazırlanmış. hava daha güzel, daha fotografik. ama biz çalışıyoruz. normal şartlarda mesai saatlerimi tükettiğimin masamın 8-9 bin km ötesinde.





2003 yılında -yani 11 eylül'den 2 sene sonra- abd'de varmak istediğim noktaya ilk adımımı attığımda 4 temmuz'du. independence day. gelir gelmez geçiş törenlerini görmüştüm. nasibim de buymuş dediydim. kanada'daki ilk gecemizse halloween'a denk gelmiş. var mı bunda bir keramet? varsa da söyleyeverin bir zahmet de paskalya'yı da kaçırmayalım...


geceden başlayalım. bütün gün kuyruğu yanmış it gibi ortada dolaştıktan sonra madem buradayız ve kanadalılar pek övünür durur biralarıyla, kaçırmayalım da iki tane içelim dedik de bi pub bulduk. bizden başka kimse yok ya, heralde çok erkenciyiz diye düşündük. ama olay farklıymış. biz bu kadar yeter yoksa oteli bulamayacağız deyip kalkarken millet yeni yeni sokağa akıyordu. ottawa sokaklarında gündüz kimsenin olmaması boşuna değilmiş, millet evde uyuyup geceye hazırlanıyormuş. gece cadılar bayramıymış!


kalıp biraz baksak mı dedik de çok yorgunduk. arkama baka baka otele geri döndüm. iyi yapmışım :)

sabah işe gidecez diye 6:30'da kalktım. yılın en kısa günlerinde kanada'da olmak böyle birşeydi herhalde. güneş doğmamıştı daha. ben anlamadım ama. o kadar da kuzey de değiliz yahu! acaba ankarada'da mı 6: 30'da güneş doğmuyordu bu saatte? hatırlamıyorum ki.


hazırlandık da yola düştük.




ama oralarda üzerinde ceket kravat, elinin altında dosyalar, çalışıyor olmak hiç de hoş değil. gözün hep dışarıda. içinden bir ses hep diyor ki "dışarıda göreceğin çok şey var". ama sen oturup slayt izlemek zorundasın. ama bunu müteakip hemen silkinip kendine geliyorsun: "işte bu sunumlar sayseindedir ki buradasın. işine bak". sonra fark ediyorsun ki harbiden de farklı, dinlemek lazım...


sağolsun kanadalılar dün geceden bize halloween şekerlemeleri getirmişlerdi. çok nazikler. gerçekten. bana şeker verdiler diye değil. her yerde çok naziklerdi. bazen çok gereksiz yerlerde. isterseniz deneyin: hiç etrafınıza takılmadan dimdik yürüyün insanların üstüne üstüne. mutlaka kenara çekilip siz geçerken "excuse me" diyorlar. ankara'dan "ne baktın birader, garın ağrın mı var?" sözlerine alışkın bünyelere zararlı...


ottawa'nın neden en kaliteli yaşam seviyesine sahip şehirlerden birisi seçildiğini gözlerimle gördüm. her yer park, bahçe, nehir, göl. en üşengeç kişinin bile koşası gelir buralarda yahu. not: obezite kanada'da da büyük sorunmuş (sunumları can kulağıyla dinledim birader!).


tabi kendi arabamızla dolandığımız için baya kaybolduk da. işte bu sayede ottawa'daki işçi sınıfı mahallesini kıyısından görme şansımız oldu. işte o kıyı:


o değişik, dikine değil de enine büyüyen kentsel mekan gitmiş, bizim yüzüncüyıl semti gelmiş. demek ki mevzu bahis alt sınıf olunca kent estetiğiymiş bilmemneymiş fasafiso. ne gerek var işçi sınıfının bahçeli müstakil evlerde yaşamasına! hatta koyalım alt alta üst üste de pek de görünür de olmasınlar. gözünün yağını yidiğimin kapitalizmi....

geç saatlere kadar çalıştık. sonra kafa dağıtalım diye gittik bir yere oturduk. futbol maçı izledik, tavuk yedik, biraverle (kanada biraveri tabi ki) bira içtik...




1 kasım 2010

Hiç yorum yok: