17 Şubat 2011

ottawa part IV


ottawa'yı bitireyim de ikinci durak toronto'ya gideyim artık. yoksa ben bu fotoğrafları bitirip buraya koyamadan gideceğim başka bir yere o olacak sonunda ! :)





ottawa'da ikinci iş günümüz. bir önceki günün yorgunluğundan zar zor açıyorum gözlerimi. neyse ki gideceğimiz yer downtown'da, dolayısıyla ne taksi tutuyoruz ne de arabaya doluşuyoruz. o an için tek derdim bir kahve içebilmek. girdiğimiz sokaktaki ilk köşebaşı kahvecisine oturmaya ikna ediyorum milleti. bittabi tercihim demli bir çay olurdu ama eşek ne anlar hoşaftan, adamlarda demleme çay yok! uzun süre tartıştıktan sonra brewed tea'nin demleme çay olduğunu düşünüyoruz ama müthiş bir yanılgı! sallama poşet çayı bardağa koyunca demleme diyorlar. peki diğer seçenek ne ki? biz bulamadık.. allahtan kahveyi de pek severim ve de ararım. bana her daim sigarayı hatırlatsa da...



ve ha ha ha! sokaklar insan dolu! oh olsun size ohhhh. öyle haftasonu kaçıp cottage'lara kayıkla nehir üstünde balık tutması değil o, çalışın ulennn!!! hıncımı yine de alamıyorum bisikletle işe gelip gidenleri gördükçe ama kahvecilerdeki sırayı görünce uyanmaya çabalayan zavallı çalışan sınıfların yaşam standartını düşürmemek için eşşek gibi çalışmak zorunda oluşu bi acayip geliyor bana. hani o "işsizlik maaşı bizim asgari ücretin bilmem kaç katıymış, ne çalışacağım ki" falan değilmiş abi o iş. afedersin (?) köpek gibi çalışacaksın, çünkü tükettikçe varsın, varım, varızlar...

accurate point anarşi :) çember a'nın deformasyonu bizim çarşı'ya özgü değilmiş demek ki. ama burada güzel olmuş: anarchy construction...

işlerimiz bitince şöyle 3 saat kaldı bize. ne şans ki o öğleden sonra boş zamanımızdı ve akşamına resmi davete rica edilmiştik. ben böyle şansın da demiyorum, o yemek çok öğreticiydi benim için! herneyse konu o değil. ben de habire önünden geçip geçip durduğumuz ve benim inatla bu son güne bıraktığım parlamento binasına doğru yol aldım. bu kez yalnızım çünkü millet ottawa'daki son saatleri yine ottawa'nın en büyük/ünlü/merkezi alışveriş merkezinde rideau center'da geçirmeyi tercih etti. işime geldi açıkçası...


en başta, sonra örneklerini çokça göstermekle söyleyeceğim şeyi şimdiden söyleyeyim. çok korkunç bir yapı bu. yapı demeyeyim de yapı kompleksi diyeyim. gözünüzün önüne "U" şeklinde üç blok getirin ve her biri diğerinden daha ürkütücü olsun. gotik gotik dedikleri buymuş demek ki...

buradan alınmıştır

buna benzeyen bir şeyi daha önce gördüm mü ki ben diye baya düşündüm. aklıma büyük mecidiye cami geldi. açtım baktım google'dan, kimisi yeni barok demiş kimi yeni gotik. aynı şey konya aziziye cami için de denmiş. yani bir yerde, bizde olmayınca galiba, gotikle barok birbirine girmiş. ama istanbul'da bir cami üzerinde ittifak var gotik diye: pertevniyal valide sultan camii. aksaraydaymış. sözüm olsun gidip göreceğim.. 


wikipedia demiş ki burası için (search: parliament hill) "This collection is one of the most important examples of the Gothic Revival style anywhere in the world; while the manner and design of the buildings are unquestionably Gothic, they resemble no building constructed during the Middle Ages. The forms were the same, but their arrangement was uniquely modern. The parliament buildings also departed from the Medieval models by integrating a variety of eras and styles of Gothic architecture, including elements from Britain, France, the Low Countries, and Italy, all in three buildings. In his 1867 Hand Book to the Parliamentary and Departmental Buildings, Canada, Joseph Bureau wrote: "The style of the Buildings is the Gothic of the 12th and 13th Centuries, with modifications to suit the climate of Canada. The ornamental work and the dressing round the windows are of Ohio sandstone. The plain surface is faced with a cream-coloured sandstone of the Potsdam formation, obtained from Nepean, a few miles from Ottawa. The spandrils [sic] of the arches, and the spaces between window-arches and the sills of the upper windows, are filled up with a quaint description of stonework, composed of stones of irregular size, shape and colour, very neatly set together." "

tamam tamam bokunu çıkardım. hemen dönüyorum "adamlar .....bla bla moduna :)


şimdi her millet meclisinde olduğu gibi (nasıl atıyorum ama) bahçe heykellerle süslü. bir çoğunu uzaktan yakından tanımadığım için pek de ilgilenmedim. dedim ya hiç birşey bilmiyorum kanada tarihi hakkında diye. ne bileyim amerikalıların ruzvelti, corc vaşinton'u, abraham linkoln'u veya kenedi'sini biliyoruz da kanada'dan tek bildiğimiz  ......? yok ulen!! muhtemel odur ki kanadalılar da kanadalılardan pek haberdar değilller. boşuna mı her yer kraliçe viktorya, prens albert vs. ile dolu. ben buraya koymak için dünya gözüyle görme şansına sahip olabileceğim tek u.k. kraliçesini seçtim: quenn elizabeth II ...



işte o heykellerden biri daha. 

şimdi, adamlar nasıl kurgulamışlar burayı onu anlatayım biraz. biz gençliğimzde meclis parkına gittiğimizde orada kaykaylı hiphopçı kılıklı çocukları görürdük de bir garipserdik: meclis bahçesinde bu kılıkla nasıl oluyor diye. biz de oradaki çalıların dibinde içerdik de kendimizi sorgulamazdık. neticede bizim yaptığımız haniyse politik eylem o kaykaycı çocukların yaptıkları serserilikti ne de olsa. Yani o kadar da içselleştirmiştik o yasakları, bir türlü aklımız yatmazdı meclisin bu kadar yakınında bu densiz hareketlerin yapılabilmesine. kanada'da gördüm de meclis de sıradan bir binaymış abiler... ama...


ama kaykay yasak!
fakattt...


torun gezdirmek serbest....


bahçesindeki piknik masalarına oturup içmek serbest,


ve de bisikletle çimlerinde dolanıp sevişgen hareketler içinde olmak da serbest.

bizde de meclis parkında her şey serbet güya, ama iyi de meclis parkı mecliste değil ki. sıkıysa güvenlikten binbir türlü taramadan geçmeden dalmaya çalış bakayım içeriye başına neler geliyor. bizde meclisin 500m yakınında eylem , gösteri yapılamaz diye bir yasa bile var yahu. güya darbe yaslarından bizi kurtaracak olan muhteremler habire bu yasaya başvurup elalemi perişan etmeyi marifet sayıyorlar. işte o alandaki protesto gösterilerinden iki örnek:

buradan alınmıştır

buradan alınmıştır
zaten binanın iç kapılarına kadar her yerde eliniz götünüzde dolanıp durabiliyorsunuz. bi allahın kulu da sen napıyon, bölücü müsün terörist misin diye sormuyor. haaa başka türlü izliyorlardır, o ayrı. izliyorlardır o kesin de durduk yere terörize etmiyorlar adamı. onca dolaştım ana kapısı dahil gitmediğim geçmediğim yeri kalmadı elimde fotoğraf makinesiyle, ne tedirgin olanı gördüm ne de beni tedirgin edeni. burada da yazmıştım, istanbul'da şişli'den teşvikiye üzerinden beşiktaş'a geçmeye kalkmıştım da özel güvenlikçi teröründen polise sığınacak kadar bezmiştim. (not. ottawa'da sokakta dolanan polis görmedim)


öyle ki parlamento tepesi ottawa halkının gezinti ve koşu rotasının içine girmiş doğal olarak. bir de tepede olması onu daha da gidilesi bir yer haline getiriyor. benim gördüğüm kanada rakımsız (ve de rakısız) bir yer. her yer dümdüz. kanadalılar bizim toronto'dan ottawa'ya araba kiralayıp geldiğimizi duyunca bunu zorunluluğa verip biz sefillere acıdılar. oysa biz o kadar alışkınız ki 'karada' böylesi uzun yolculuklara, arabayı teslim etmek yerine elimizde tuttuk arabayı ki toronto'ya dönerken kendimiz kullanalım ve de etrafı gündüz gözüyle görelim. garipsediler, dehşete düştüler. 50 yaşına gelip de altındaki 4x4 jeeple ottawa toronto arasını arabayla gitmemiş bir sürü insanla karşılaştık. bu kuzey amerika insanının ortak özelliği mi acaba? newport, rhode island'da çalışırken hayatı boyunca new york'u yani 6 saat uzaktaki o efsanevi kenti görmeyen amerikalılarla tanışmıştım. garip gelmişti. hatta onlar için de benim nyc'den providence greyhound'a atlayıp gelmem garip gelmişti: uçak varken neden otobüs demişlerdi. toronto-ottawa arası arabayla 5 saat. istanbul-ankara kadar yani. ama buralarda o yol için havaalanına gitme zahmetine katlanan o kadar azdır ki! mevzu para meselesinden ziyade bir kültür meselesi galiba, bilemedim şimdi. istanbul harem'den van'a kars'a hakkari'ye kalkan onca otobüsü görseler nolurdu acaba? bizim toronto'ya arabayla gideceğimiz öğrenince aklısıra bizimle dalga geçtiler: "dont try to count trees". ha ha ha...


işte o tepeden yine gatineau, quebec tarafı. sağda görünen modern yapı medeniyetler müzesi, onun hemen solundaki maziyi hatırlatsın diye hala işliyor görünen fabrika! burası idari merkez ilan edilmeden evvel tam bir sanayi kentiymiş. o fabrika'da müzeye eklemlenmeden önce aktif bir fabrikaymış. şu an göstermelik çalışıyor maziyi ansın diye...


dediğim gibi bu parlamento bölgesini çeviren bir şey yok. isterseniz bahçesinden aşağı nehir kıyısındaki bisiklet yollarına, koşu parkurlarına inebiliyorsunuz:




kanada'yı benim için ayrı bir yere konumlandıran şeylerden biri de sincaplar oldu. her yerde varlar var olmasına da bunlar çoğunlukla siyah (ve bu yüzden fotoğraflanamıyor hıyarlar!). bizde kedi neyse kuzey amerikada sincaplar öyle. çok sevimliler çok...


daha önce bu kadar yoğun sincap popülasyonunu rhode island'da görmüştüm ama oradakiler griydi daha çok. aşağıdakiler gibi. onları fotoğraflayabilmek kolay ama :)



bu sevimli yaratıklar için bizdeki kuş evleri gibi yerler hazırlanmış hemen meclis bahçesinde. mutlu mesut yaşıyorlar orada...


sincap çok demek kedi yok demek değil elbette. amma velakin herifler süper modern oldukları için başıboş hayvan adını verip kendilerine savaş ilan ettiği sokak hayvanlarına da acımasızlar. sokak hayvanı yok! soğuktandır belki, veya büyük olasılıkla aşırı kısırlaştırma yüzünden. şu kediyi görünce aklıma bizim naci geldi. bizim naci'nin kökeni bu topraklar. cins maine coon ya. maine de bu bölgelerdeki abd eyaletlerinden biri işte..


baştankara....


serçe. ama bizim ülkede olanlardan hatta avrupa, asya ve afrika'da olan serçelerden değil. bu tür sadece kuzey amerika'da mevcut: white-throated sparrow, yani ak boyunlu serçe.

daldan dala geziyorum. geri dönelim binaya :)



binada potansiyel çok büyük. her yerde semboller. boşuna değil bu heriflerden çıkıyor dan brownlar falan. bizden çıksa çıksa yalçın küçük, soner yalçın gibi mezar taşı okuyucuları çıkıyor işte. napsınlar? bu mimari vardı da onlar mı seçtiler sembolcü olmamayı. gerçi adamların ettiği iki gram garip laf da yetti içeriye teşrif ettirilmelerine ama....

binaya ürkütücü dedim ya, işte gerçekten çarpılıp kaldığım ve neden burada bu var ki diye düşündüğüm figürler:









bunları kareye sıkıştırıp duruyordum ki kendi kendime gitgide bir japona benzediğimi ve bakmak yerine daha sonra bakabilmek için her şeyi kayıt altına almaya çalıştığımı söyledim, vazgeçtim. izledim geri kalanını. çok bile çekmişim. ama çok anlamsız geliyor. merak ediyorsunuz neden bu korkutucu figürlerin kullanıldığını. tamam düz mantık kurdum, meclis ürkütücüdür, oradakiler korkunçtur, tukakakadır dedim kendi kendime, de yetmedi ki!? bazı semboller tanıdık, özellikle british monarşisinin pek kullandığı semboller. peki bu eciş bücüş yaratıklar veya o korkutucu sincap figürleri ne? anlamadım ben.... ama anlarım heralde bir gün...


mesela bu aşina olduğum bir figür (bu nedir kimdir bilmem, amannn)



dedim ya izin almadan girdim çıktım her yere diye. aslında saat kulesine çıkıp ottawa'ya yukarıdan bakabilirmişim, ama bilmiyordum işte. kimse de söylemedi bana şu merdivenden çık da seyreyle alemi diye. bir dahakine inşallah...



akşamı ettim de koşa koşa otele gidiyorum. acele etmem lazım yoksa kaçıracağım randevuyu; o da kıçıma patlayacak. ama biliyorum ki bir daha burada olamayacağım. çok çelişkili bir durum. hem ağlarım hem giderim durumu...

artık aşağıdakiler de işte o salsasümük otele giderken çektiğim son fotoğraflardan bazıları.



ottawa'da en sevdiğim bina...


en sevdiğim mekan. akşam soğuğunda orada olmak pek güzeldi...

ve bizimkilerin en sevdiği yer aşağıda: rideau center. bizdeki birbirinin aynısı avm'lerin kanada versiyonu altı üstü. ama bir bağımlılık sanırım bu avm hadisesi. onlar içeride ben kapı önünde çok zaman geçirdik çoookkkk....



ottawa bisiklet için bir cennet... nedenleri daha sonra...

simon bolivar..


ottawa'ya gündüz gözüyle son bakış. ve bye bye...




dip not: arada şu aşağıdaki fotoğrafları çekmişim. o an çok ilginç gelmiş olsa gerek. şimdi baktım da bi mana veremedim :)




ve de propaganda:

ama sloganı sevdim: death penalty for bicycle thieves - bisiklet hırsızlarına idam !!! abd'de son günümde benimde bisikletimi çalmışlardı. gerçi birileri çalsın diye elimden geleni ardıma koymamış, bankanın önüne kilitsiz koymuştum. sadece bir kere! üç ayda sadece bir kere kilitlememiştim bisikletimi ve çalmışlardı! tamam 62 $'a almıştım altı üstü, yanımda buraya getirme planım da yoktu, çalsınlar da istemiştim ama bisikletim çalınınca da çok üzülmüştüm. bi vedalaşsaydım be. bak duygulandım şimdi....


3 kasım 2010

Hiç yorum yok: