4 Nisan 2011

bir ki birkiüç daha fazla toronto!

artık toronto malzemesinin sonu. çok istediğim ama net olmayan fotoğraflar da var burada, sadece dikkatimi çektiği için bir kadraja aldığım 'kötü' veya 'olmamış' fotoğraflar da var. ama hepsi bana bir şey anlattığı için var burada. aslında bir slayt şov hazırlama programı bilseydim, bunları o halde sunmayı isterdim. neyse, işte olan olmayan güzel çirkin ama mutlaka kare fotoğraflar. toronto'dan son...


toronto'dan son fotoğraflar dizisine 'the world needs more canada' ile son vermem pek tabi bilinçli bir tercih. buraya bu fotoğrafı çok beğendiğim için koymadım. "dünyanın daha çok kanada'ya ihtiyacı var"!. dünya türk olsun'dan daha zekice söylenmiş ama sadece bir ülkeden değil bir idealden de bahsettiği için yerinde bir cümle belki de. bu idealin ne olduğu çok yerinde bir soru elbet...


mesela kanada'dan yani liberalizmin cennetini veya liberal refah devletini anlıyorsanız açıktan söylemek lazım ki dünyanın bir tane daha bile kanada'ya ihtiyacı yok. ne kadar allasan da pullasan da kapitalizm kapitalizm çünkü. işte aşağıda michael moore'un göstermediği kanada'dan iki örnek:



"her büyük şehirde evsizler pek tabi ki olacaktır", "bu evsizlerin kendi tercihleri. onlar sistemin çarklarına katılmayı reddeden ama çarklara takılı kalan hür insan tercihlerinin sonuçları" veya "akli melekeleri yerinde değil", ne denirse denilsin toronto'da bir evsizler nüfusu var. tamam belki new york'taki kadar çok değiller, ama varlar! 16 yaşından büyük her insan evladının en fazla 3-5 senelik ultra motorgüçlü arabalara bindiği bir ülkede birilerinin elindeki kola şişesini çöpe atmasını bekleyen, o şişenin dibinde iki yudum kola kalmasını uman bir grup var işte. gözünüzü kapasanız da var! varlar! 


bunları yazıyorum diye bütün o sokakları müthiş bir siyasal bilinç içerisinde, çelik iradeli proleteryanın vazgeçmez bireyi modunda falan gezdiğim düşünülmesin. gezdim. gayet de keyifli gezdim ne yalan söyleyeyim. hatta kenti gezerken o dediğim evsizleri ve "fakirleri" görünce rahatsız oldum. işte bir kentte turist gibi gezmek bu demek biraz da. birilerinin yaşamak ve yaşayabilmek için didinip durdukları yerleri orayı gezen kişi (yani ben) kendisinin önüne sunulmuş bir nesne olarak kurguluyor. o sokaklar gelene ve gezene onun kendi sokaklarını da anlamasını sağlaması için bir araç sunmaya adanmış sanki. 


"bak, sen yıllarca çalışıp dursan da, kendini beş para etmez kişilerle heder etsen de edinemeyeceklerin burada herkeste var! gördün mü işte sefaletin" diyen sokaklar. ama bir yandan da "bak, herkeste senin istediklerin olsa da insanlar mutlu görünmüyorlar, insanlar sokakta uyuyorlar, azıcık kaldır da perdenin arkasına bak" da diyorlar. sen o an duymamaya çalışıyorsun bunları ama duyuyorsun işte. kaçış yok. 


ama yine de bu kent, toronto, aynı new yok dönüşünde söylediğim lafı yine söyletti bana: "olacaksa kapitalizm, böyle olsun da yolumuzu bilelim". işlemeyen, daha doğrusu tüccar kapitalizminden başka bir şey olmayan, köylü kurnazlığının prim yaptığı, kurallarının hamili kartların arkasına yazıldığı, hemşehrilik ilişkilerinin tahsilden pek daha mühim olduğu bir ülkenin kapitalizmdense, kuralları belli olan 'insani' bir kapitalizmi tercih ederim dedirtir işte benim gibi bir küçük burjuvaya! ah liberalizm sen nelere kadirsin!!! gelsin de kanadalılar anlatsın (konunun en sonunda anlatacaklar biraz...)


'have'lerin 'have not' olmamak üzere eşşek gibi çalıştıkları ülke.. asıl olarak sahip olduğun şeylerle sınıflandırıldığın tam bir tüketim toplumu kanada! aynen usa, ingiltere ve bilumum 'ileri' kapitalist ülke gibi. bu nedenle olsa gerek siyasal teorilerinde artık daha az üretim daha çok tüketim var. belki de bu nedenle her türlü isyan bir çeşit vandalizme ve yağmaya dönüşüyor, belki de o nedenle ilkelcilik vs. gibi bize göre garabet teoriler buradan doğuyor. bizde asıl kavga sahip olamamakken, hatta bu öyle bir hale gelip sahip olanı kıskanmaya varırken, orada asıl mesele sahiplik haline geliyor. ev, araba, iphone, ipad, hummer ? what else would you like to "have"?








mesela bir kenti tamamen ticaret için kurgulayabilirsiniz:



aslında yeterli bahaneniz de vardır bunu yapabilmek için. neticede dersiniz ki tarih boyunca tüm kentler bir pazar yeri etrafında örgütlenmiştir. hatta kilise, cami ve bilumum tapınak ve hatta devlet bunun etrafına kurulmuştur. yalandır. günahtır. ama diyebilirsiniz. teoriniz ekonomizmden kurtulamıyorsa habire iktisadi ilişki belirler derseniz bunu da dersiniz. o halde şehirler meta değişim yerleridir. o zaman bir kentin open market olarak şekillenmesinde bir beis var mıdır? yoktur!


mesela bizim ekip de öyle düşündü sürekli. madem toronto'ya geldik, hemen gidip eaton centre'yi bulalım da iphone fiyatı bakalım. nerden biliyorsun eaton center'ı sen? ya da ottawa'daki rideau center'ı? eee ipad sağolsun!



dünya ölçeğinde birbirinin aynı olan milyonlarca avmden biri işte. ama hac merkezidir. gidilsin. gelinsin. yetmez bir kez hem de. günde beş vakit güneşin doğuşuna müteakip. pazarları bilhassa. cumartesi şabat, yasak. köşedeki butikle yetinilsin. %50 indirim varmış channel parfüm'de. kaçırmamak lazım. ipad'ın kılfına çok yakışır...


mesela üzerinde yürüdükleri yonge caddesinin dünyanın en uzun caddesi olduğunu öğrenemezler ki hiç! oysa yapmaları gereken 2-3 maaşları ile aldıkların son model netbuklarında gugıllamaktır. akıllarına bile gelmez bir caddeyi gugıllamak. o sadece asıl hedefe, alışverişe giden bir caddedir. garisi laf-ı güzaf. dedim ki bu yonge caddesi var ya nerdeyse dümdüz tam 1896 km imiş, guiness rekorlar kitabına girmiş. dediler ki hadi ya % kaç indirimliymiş? alsak götürsek türkiye'ye. acaba kaç tane alma hakkımız var ki? hocam sen almayacaksan senin pasaporta yazdırsak?!



başka bir coğrafyada görülecek farklı şeyler hiç de farklı değildir ki tüketimin yarattığı insan için. neticede oraları sabah gazetesinin 20 kupona verdiği pikselli pikselli sarı national geographic belgesel vcdlerinden de görülebilir. asıl olan, insanı alim eden, dünyanın iki ucundaki alışveriş merkezindeki tommy hilfiger'lar veya gap mağazalar arasındaki fiyat farklarıdır. iphone almak için sabahın köründe girilen sıralardır. bu yaşamı asgari maaşının yarısı ile bir ipad alabilecek bir kanadalının yapmasını anlarım ama ipad alabilmek için iyi işlerinden kazandıkları iyi paraları biriktirip debelenen etrafımdaki insanları anlayamıyorum işte. komik geliyor. özenti! başka da bi bok değil...

düpedüz saçmalamaya başladım. susuyorum..
ama napalım kapitalizmi biz kitaplardan değil, yaşamımızdan öğrendik!
(oldu mu? sanmam :) )




eğer toronto sadece bir kentse, sevdim. ne yalan söyleyeyim. bilhassa da bisikletlerini, bisikletililerini...








yukarıdakinden alacağım bizim yavrucağa...

(yavrucak dedik yine. halbuki 3-4 gün önce bilebilirdik kız mı olacak erkek mi, ama öğrenemedik; çünkü göstermedi. doktor şöyle bir iki dürttü açsın bacaklarını da görelim kukusu mu var pipisi mi diye (aslında durum şöyle oluyormuş pipisi varsa erkek yoksa kız. yaşasın fallus!) ama açmadı gıcık. bağdaş kurmuş oturuyor dedi. kendi kendime dedim ki kesin erkek! yörük erkeği! kaygısızlığından, keyfine düşkünlüğünden belli. ikindin fatma teyzem aradı. noldu öğrendiniz mi diye. yok dedim göstermedi. o zaman kesin kızdır o; göstermediğine göre dedi. teyzem! bi  tane :)









toronto belediye binasının önünde churchil en bilinen pozlarından biriyle: çemkirmeye hazır mahalle karısı pozu...


neyse ki rahat durmayan bir gençlik var! az çok...





----
ve regent park community health center.. kanada'da yaptığımız görüşmelerde beni en çarpan yer. toronto'nun en yoksul, en eğitimsiz, suç oranı en yüksek bölgesi (imiş). hemen downtown'un yanıbaşında. (işte toronto chicago okulunun kent teorilerine o kadar iyi uyuyor. nyc'nin manhattan-harlem ikilisi gibi). o kadar yakın ki bizim otelden yürüyerek 15-20 dakika idi. "biz" istemesek de götürdüler. iyi yaptılar..


bize de dediler ki tamam para varsa, hatta devlet varsa bu işler böyle. peki para yoksa ne olur? o zaman yaşamı sizin yaratmanız gerekir. işte bizi biriyle tanıştırdılar. bir hispanik abla. 14-15 yaşlarında hamile kalmış. ailesi evden atmış. sokaklarda doğurmuş çocuğunu. azimle çalışmış çabalamış. kendi yaşamını koymuş önüne eklemiş de eklemiş ve bir mahalle socağını kurmuş. adım adım. sabırla. ilk amacı mahalle çocuklarındaki %12 olan okula devam oranını arttırmak olmuş. şu an %73! sokakta çalışan kadınlara eğitim vermişler, çete reisleriyle görüşüp cinayet oranını azaltmışlar (en başta ayda 13-14 ölü'den şimdi senelik 20'ye kadar düşmüş), çocukları kimyasaldan kurtarıp esrara yönlendirmişler! o başarılarını anlattıkça ben ağzım açık dinledim. çünkü bize çok uzak gelen dertler burada hayati! mahalle ilk göçmenlerin girdikleri mahalle. yani ingilizce bilmeyenlerin mahallesi. yasadışı olsalar dahi var olan haklarını bilmeyenlerin mahallesi. cinayet oranı, tecavüz oranı, çocuk hamileliği oranı, uyuşturucu oranı çok yüksek. işszilik, çete üyeliği çok yüksek. sigartası olan yok gibi, liseyi bitireni okula hoca yapıyorlar çünkü kanada eğitim bakanlığının atadığı hiç kimse gelip çalış(a)mıyor bu mahallede. hani kanada huzur ülkesiydi? refah vardı? .. ah ah ahhhh...


işte elimizde alışveriş torbalarıyla bu 'have not'ların bizimle alakası olmayan hikayelerini böyle dinledik.
(allah ırkçılığı bile hollywood filmlerinden öğrenmiş tüm o dangalakları (!) bildiği gibi yapsın. amin!)


bilmiyorum daha önce dedim mi ama toronto kentte konuşulan dil sayısı baz alındığında dünyanın en kozmopolit kenti seçilmiş. 154 dil! burası da kaçak göçmenlerin ilk durağı olan mahallelerden biri olduğundan o dillerde mümkün mertebe hizmet vermeye çalışıyor. tabi ki ilk eğitim okuma yazma eğitimi, maalesef...



bu arada, website: http://www.regentparkchc.org/



beni en çok etkileyen, bizim delegasyonun en anlam veremediği şey de bunlar oldu. neden sağlık hizmetleri kapsamında sokak orospularına karşı şiddete karşı mücadele edilsin ki? neden gençlere okulda prezervatif dağıtılsın ki? (eşeğin aklına karpuz kabuğu). neden gençlere sokak başlarında temiz cigara kağıdı verilsin, hem de bedava! aktif olarak kampanya yürütücek başka yer mi yok da "no means no" diye ilk buluşma sonrası tecavüze karşı erkekler ve kadınla eğitilsin? hayır hayır hayır. sağlık dediğin bu değil. eşyanın tabiatına aykırı. sümmehaşaaaa... adamların ilk derdi şu: ilk önce insanları bir hayatta tutalım da sonra bakarız (bizim anladığımız) sağlık meselelerine. aids'ten başını kaldıramayan, kimyasallarla her daim haşır neşir, içeri düşmeye, tecavüze uğramaya namzet, okulu bitiremeyen, bitirse de bile iki satır yazı okuyamayan kişilere sigara sağlığa zararlıdır, çok gitmeyin mcdonalds'a obez olursunuz demek değil mesele; mesele ilk önce hayatta tutmak, belki de ilk önce mcdonaldsa gidebilecek kadar para kazanmalarını sağlamak...


o yeri sıfırdan alıp bu noktaya getiren insanları ne kadar sevdiysem bizimkilerin duyarsızlıklarına ve duygusuzluklarına da o kadar sinirlendim. devletin, "toplum'un olmadığı yerde sorumluluğu üslenmişler işte. tamam devlet, hukuk, polis falan yok ama bolca kilise var bölgede. şaşıran?! bir kaçı:



çeşit çeşit hem de episkopalinden presbiteryenine, evangelistinden yehova şahitlerine, ilk hıristiyandan ukrayna ortodoksuna kadar envai kilise buralarda örgütleniyor. tamam evsize yemek falan da veriyorlar da asıl amaçlarının kader-öte dünya söylemiyle sakinleştirmekten ziyade fakire yardım olduğuna kim ikna edecek beni?



neyse ki polis gözetimi var. da rahatız. darısı başımıza...



toronto'dan benden bu kadar. aşağıdaki fotolar haziran 2010'daki toronto sokaklarındaki protesto eylemlerinden. g20 toplantısı sırasında dışarıda toplananlar. iyi ki toplananlar... dedim ya dolanırken nefretle falan dolaşmadım o sokakları, keyifle turladım sürekli. gitmeden önce görmüştüm bu fotoğrafları. bunları ekleyeyim de unutmayayım dedim. işte ondandır bu keyfim...




[son bölüm]
tarih: haziran 2010
yer: toronto sokakları






bisikleti ululayıp duruyoruz ama neticede bir araç. 
değerini bizim atadığımız bir araç. 
yukarıdaki gibi de olabilir. aşağıdaki gibi de...
























tim hortons'dan bahsetmiştim. ben sevmiştim kahvelerini. habire fırsatını bulup kocca bi bardak alma derdindeydim sürekli. amma kanadalı anarşist kardeşlerimin gözünde starbucks'dan hallice değilmiş tim hortons anlaşılan. gerçi ben starbucks kahvelerini de pek severim. sanırım bende var yanlış bi şeyler....





[son]

3-5 kasım 2011

Hiç yorum yok: