16 Ağustos 2011

colorado springs revisited



uzun aradan sonra merhaaba. "blogların sürekliliği için haftada 1-2 entry girilmelidir" kuralını ihlal ettim. koptum. geri gelmektir niyetim. zaten ne oluyorsa oluyor da bu yaz ayları pek bi eziyetli geçiyor blog için. neyse ki bir sürü bahanem de var. ev taşıdım. araba aldım. bizimkileri ağırladım. ve de bu colorado bahsi gerçekten çok sıkıcı. neyse ki kafamda toparladım azıcık. bu hariç iki başlık sonra ve bitti, işte bitti! çığlıkları atacağım. ne sıkıcıymış burası, ne sıkılmışım burada. mart ayının üstünden asır geçti, ben hala sıkılıyorum oraları düşünürken...



geleneği bozmadan ama çok da abartmadan başlıyorum. işte yukarıda görülen otel odamdan görünen manzara. iki ağaç bir tepe. başka? yok.


colorado springs aslında küçücük bir kasaba görünümlü bir kent. 450bin nüfusu varmış. ama bunu wikipedia'da görmesem inanmazdım. meydan boş olunca kimse evini başkasının evinin üstüne yapmamış galiba. her yer müstakil ev dolu. ve daha önce de dikkatimi çektiği üzere bu yeni kıtada boş alan yok. her yerde bir şekilde konut var. ama bu 450bin nüfuslu kentte gram toplu taşıma yok. taksiler bile sokakta dolanmıyor. isterseniz otel resepsiyonu sizin için bir yerleri arıyor, sonra binip gidiyorsunuz. taksi hiç de ucuz bir yol değil ulaşım için. gidecek olan (zavallı) kişilere benden tavsiye: üşenmeyin araç kiralayın. işte o zaman civarda gidilecek birkaç yer var(mış).

önce geliş amacımız. bir konferans. bilinen bir akademik dergi düzenliyor. ve abd'nin bilinen bir oteli seçilmiş. 


daha önce methini duyduğumuz konsentrasyon arttırıcı ve tükettirici etkileri olduğu varsayılan o meşhur halılar...


konferans adabı konusunda iki kelam etmek gerekirse; hiç de bizim buralardaki konferans, sempozyum, panel vs. gibi bir kasıntı ortamı yok bu amerikalıların. gün her seferinde bir açılış konuşması ile başlıyor ve burada habire "şimdi sağınızdaki kişiye neden orada olduğunu sorun", veya "şimdi solunuzdakine sarılın", ya da "arkanızdaki kişiye dün en çok hangi sunumdan etkilendiğinizi söyleyin" minvalinde cümleler eşliğinde zorunlu sosyalliğe maruz kalıyorsunuz. bu bizim gibi kazulet yaratılışlı insanlar için hayli zor bir iş. tabi bir de solumdaki kentucky üniversitesi halk sağlığı bölüm başkanıyla sarmaş dolaş olma fikri ürpertici. ama emin olun size sarılmaya hazır, sizin meramınızı  öğrenmeye hevesli birçok akademisyen var oralarda. günlük açılış konuşması sonrasında mutlaka herkesin bildiği birisi çıkıp gündemle alakalı ama akademik olmayan bir konuşma yapıyor. daha çok kişisel gelişim seminerleri kıvamında. ama salondaki onca akademisyenden kahkahalar da çıkıyor haleluya çığlıkları da. bize çok yanlış öğretmişler üniversite ortamını. odtü yine iyiydi de ankara üniversitesinin hocalarını bir getirin de görsünler burayı. ve son olarak, bu arkadaşlar fazlaca etkileşimliler. sunumlarda her an birşeyler olabilir. ben şahsen sunum ortasında sandalyenin üstüne çıkıp kızılderili müzikleri eşliğinde dans ettim. ama ben bunu yaparken önümdeki sandalyenin üstünde 70lik amca (amca dediğime bakma babalar gibi john hopkins üniversitesinden gelmiş profesör), yanımdaki sandalyenin üzerinde malezya sağlık bakanlığını temsilen gelmiş türbanlı/çarşaflı bir teyze de vardı. vee bu üç gün böyle devam etti. çok etkileştik çok.


 ama ne yalan söyleyeyim beni en çok etkileyen kısım, her oturumdan sonra sunum yapanların dinleyiciler tarafından sürekli olarak değerlendirmeye tabi tutulmaları (ehh yani bilmem kaç bin km öteden geldik dinlemeye hakkını verin konuşmacılar) ve her günün sonundaki panel tartışmaları idi. alışkın olmayan bir olgunlukla hiç taviz vermeden çatıştılar. hem de ortada ne ali kırca vardı ne de uğur dündar..  


otel son bilmem kaç yıldır amerikanın en iyi 10 oteli sıralamasına giren broadmoor . hatta otel o kadar ünlü ki bu konferansın burada düzenlenmesinin neredeyse tek sebebi. otelin içi, niye yalan söyleyeyim, harbiden de çok güzel. bilmemkaç senelik otel. tabi ki biz burada kalamadık. zira kaldığımız otele gecelik 80$ verirken buranın en uygun odasının fiyatı 350$ idi. kahvaltı vs. de yok. dolayısıyla konferansın asıl amacı olan kişileri bir araya getirme hedefi ile uyuşamadık. mekansal ayrılık. naparsın?


otelden çok fotoğraf var. ama çok da koymaya gerek yok. isteyen google'a müracaat eder nasılsa. ama şu iki heykeli pek sevdim. hele ki aşağıdaki chucky'yi!!





otelin tüm duvarları ve tavanları işlemeli. her bir figürün bir amaçla orada olduğu belli. ama bilmiyorsunuz işte ne olduğunu. dolmabahçe sarayında vs. de de tavanlarda duvarlarda çokça desen gördüm ama bizdeki suret yasağından dolayı  o desenler bir hikaye anlatmıyorlar. bunlarda figürler bir şey yapıyor. ve siz karşısında durup kendinizce hikayeler yazıyorsunuz.
ala, ala


ve tabi her şey çok lüks. ayıp olmasa çektiğim wc fotolarını da koyarım da :)



en başta elimde makine ile burayı gezerken tedirgin oldum. ama otel görevlileri bak şunu gördün mü şunu da çek diyerek beni kollarımdan çekiştirerek bir yerlere götürdüler. ben de çektim :) daha önce kanada'da söylemiştim. bu söylediğim şey türkiye'de imkansız neredeyse. ünlü mekanları geç, avmlerde bile fotoğraf çekemiyorsun artık. gerçi havaalanlarımızdaki güvenlik paranoyası her şeyi anlatıyor zaten..


şurada iki bira içelim desem de pek tabi kabul görmedi.


kanada kazı. canadian goose. branta canadensis. 


 bu kazların fotoğrafını kanada'da çekebilmek için ne kadar çok uğraştığımı anlatamam. hep yol kenarlarında falan gördüm ama bir türlü yakalayamadım. kim bilecekti burada da karşıma çıkacaklarını?


otelin devasa golf sahasını işgal etmişler. dediğimi fotoğraflarla ispat edemem ama şunu diyeyim: o yemyeşil görünen çimlerin üstü kırmızı kaz boklarıyla örtülü. öğrendiğime göre golf sezonu açılıncaya kadar gübre olsun diye toplanmıyormuş o boklar. hatta kazlar gelsin diye arada besleniyorlarmış bile..



işte hayat nelere kadir? sen daha kuğulu parkın kuğularını çekme, sonra git dünyanın öbür yanında bir kuğu gör. fotoğrafla da buraya koy. ne iş?

konferanstan sonra hemen otel yoluna düşüyoruz. çünkü çok soğuk.. ve otel saat 4-5 arasında ücretsiz bira servisi yapıyor. hem de sınır yok. işte yıllardır içemediğim: corona! belki de colorado'da görüp de en mutlu olduğum şey :)


artık blogumda gastronomi diye bir etiket daha açtım (hayırlı olsun!). bu göbeğin nasıl habire büyüdüğünü cümle aleme göstermektir amacım. hatta yediğim şeyleri ıskalamayayım diye küçük bir fotoğraf makinesi de mi alsam diyorum? şöyle nikon coolpix veya canon powershot serisinden şöyle ceplik bi makine. panasonic iyiydi mesela. önerilere açığım...


organizatörlerin dediğine inanırsak, konferansın colorado'da olmasının asıl sebebi  abd'nin en düşük obezite nüfus oranına sahip olan eyaleti olmasıymış. inanmam! valla inanmam! çünkü; texas hamburger'İn doğduğu yer olarak bilinirmiş ya, colorado da cheeseburger'in doğum yeriymiş. gitmeden bu nadide bilgiye sahip olan ben ilk fırsatta kendimizi bir cheeseburgerciye attırmayı başardım. istediğim şeyin ne olduğunu bilmeden okey dedim. gelen buydu :) ağzınıza bir şekilde tıkıştırabilirseniz müthiş bir şey bu! her gün bir tane götürdüğümü de itiraf etmeliyim :) şimdi böyle bir mahalli yemeği olan bir yerin obezite sorunu diğerlerine kıyasla nasıl daha az olabiliyor? hadi lennn...


kafaya koydum ya, gezeceğim, fotoğraf çekeceğim. çünkü üzerinizde şöyle bir baskı hissediyorsunuz. oralara kadar gittim de bir fotoğraf çekmedin. gece kaçtım otelden. gece dediğim de akşamın 8'i. amacım kent merkezine gidip bir şeyler içmek. 


sokaklarda kimse yok demekten bıktım, ama yok işte. tüm colorado springs veletleri cowboys adında bir barın kapısına yığılmışlar. içeriden birileri çıkarsa kapıdan yeni birilerinmin girmesine izin veriliyor. o kadar dolu yani. sıraya girmeye pek tabi yeltenmedim. ama bir drug dealer'in ilgisine hemen mazhar oldum tabi...




cidden inat ettim. o soğukta. nihayet bir yer buldum da iki soluklandım. soğukta soğuk bira. pek akıl karı değil. ama bud'a değer. abd sınırları içindesin bud veya miller içmeyeceksin? olur mu? günah...





saat daha 10 buçukken gözlerimden uyku akmaya başlamıştı da döndüm hemen geri. saat farkına alışamadan gelip gidiyorsunuz ya taa oralara, işte o çok zor. neyse ki burada çok koymadı bana. zaten saçmasapan, sıkıcı bir yer burası. hollywood boşuna tüm katliam ve korku filmlerini bu küçük kasabalarda çekmiyormuş..


burası o cheeseburger restoranım. gidecek olan varsa tavsiye olunur şiddetle. hem mekana girip çıkarken gta vice city oynuyormuşsunuz hissiyatını da yaratıyor :)


en üzüldüğüm anlardan birisi. buraya gelmeden aylar önce nba takvimine bakmıştık. uygun olursa bir maç bulalım da gidelim istiyorduk. aksilikler aksilikleri kovaladı da gidemedik maça. "nasılsa san antonio şampiyonluğa gidiyor, nasılsa denver'da da iş yok bu sene" değmez diye avutuyorduk kendimizi. tuttu son 10 maçtır yenilen denver, önünden geçtiğimiz salonda, 10 maçtır kaybetmeyen şampiyon adayını yendi! şansa bak. kaçırdığımız maça bak!!! 

ertesi gün yine aynı yine aynı... sıkıcı burası çokk.. belki yanlız olsam yine yapacak bir şey bulurdum. ama tüm şu fotoğraflarda (gece kaçıp gidişim hariç) hiç yalnız değildim. fotoğrafla alakası olmayan birine "bi dursana" demek ona da eziyet sana da. onun için vazgeçtiğin şey yanındaki değil de "orası" oluyor. maalesef. acı gerçek...


23-25 mart 2011

1 yorum:

nil dedi ki...

egezen bezgin, hiç de sıkıcı bir yermiş gibi değil ama sen böyle anlatınca, kazları yakalama uğraşı bile başlı başına aksiyon :)))

bir de o çok etkileşimli toplantıları bilirim, aynen anlattığın gibi bizden kesinlikle farklı bir toplantı, panel adapları var bu ecnebilerin :)