7 Şubat 2011

J'ai de la chance (ottawa part I)

başlıktan başlayalım. "j'ai de la chance" kendimi şanslı hissediyorum demek. benim için çok güzel bir başlık oldu bu. gerçekten de şanslıydım. bu bahane olmasaydı kanada'yı görme şansım asla olmazdı herhalde. yani param olsa dahi ömür vefa etse de kanada gidilip görülecek ülkeler sıralamamda pek de parlak bir yerde değildi. hep göçmen olunacak yerler arasında saysak da pek bilmediğimiz bir yermiş kanada, onu anladım. o nedenle kendimi şanslı hissediyorum. peki neden fransızca? çünkü bu gittiğim ilk fransızca konuşulan ülke. her şey iki dilli. iki dil bizi bozar diyen zerzavatın zorunlu istikamet mekanı olmasını dilerim -kanada'nın kuzey kısmının bilhassa. ama her şeyden öte bu başlık picasa'dan. bu fotoğrafların üzerinden bunca zaman (ve olay) geçmesine rağmen nihayet ellenip bloglanmasına imkan veren dahiyane program picasa'dan. buradaki tüm fotoğraflara "I'm feeling lucky" tuşuna basmaktan gayri hiçbir müdahaleden bulunulmamıştır. üşengeçliğime verin :)


aslında çoktandır niyetim vardı bu fotoğraflarla uğraşmaya da bir türlü adamlar şöyle yapmışlar, böyle düşünmüşler moduna giremedim bir türlü. bir de zorunlu aradan dolayı oralarda dolanırken düşündüklerimi hissettiklerimi unutur gibi oldum. o da zor geldi. ama klavyenin kendi kişisel yeteneğine güveniyorum. yazacaz bişeyler.

blogun asıl hedefine doğru alınmış önemli bir mesafe var artık. blogun asıl amacı kişisel bi fotoğraf günlüğü tutmaktı; geçmişe bakınca "2009 şubatında şu olmuştu harbiden yaaaa" diye hatırlayabilmekti hedef. ilkay'la konuşurken hep olur da bir çocuğumuz olursa onun için çok eğlenceli olacak bu blog dedik kaç kez. neyse artık hedeflerden belki de en büyüğü yola çıkmış küçüğe anasının babasının ne menem şeyler olduğunu anlatacak olan bu blogu ihmal etmemek. gel bakalım bebek! geleceksen göreceğin de var :) ---- evet evet baba oluyom ben ! :)  j'ai de la chance !!!



neyse, kanada'ya dönelim.

ottawa'ya doğrudan uçuş olmadığı için toronto'ya gitmemiz gerekti. toronto'ya ankara'dan uçuş olmadığı için de önce istanbul'a gitmemiz gerekti. nihayetinde, 9056 km'yi ortalama 14 km yükseklikten dışarısı -62 C iken 16 saatte gittik ama bunu saat farkından 9 saat saydılar. bir aksilik olmadı tam dedikleri saatte yerel saate göre 15:40'da indik toronto pearson havaalanına.

aşağıdada toronto'yo daha 3 buçuk saat varken üzerinden geçtiğimiz grönland. sanırım uluslararası uçuş rotaları yüzünden, new york'a giderken de grönland'ın üzerinden geçmiştik de o zaman anlamıştım dünyanın yuvarlak olduğu iddialarının doğru olabileceğini...


pasaport, gümrük derken saat oldu 19:00. air canada'yı bulup ottawa bileti sorduk. varmış ama kelle başı 300 cad (kanada doları) imiş. bize iki şehir arasındaki ulaşım için topu topu 400 cad verildiği için biz de araba kiralayıp düştük yola. 20 saatlik yolculuk, artı saat farkı, artı yeni iklim şartları derken helal olsun dedim direksiyon sallayanlara. toronto'da havaalanında çıktığımızı göremedim ben, uyudum. gece 1 gibiydi, ottawa'ya varınca açtım gözlerimi. uyandırdılar. oteli tarif edecekmişim. tabi her gün geldiğim semt ya! ettim ama :)


tahmin etsem de ihtimal vermemiştim. ama o ihtimal gerçek oldu. ekim ayının sonunda kar gördük kanada'da! yukarıda otel odamdaki ilk gecemden. bildiğin kar!


sabah kendime gelip pencereden şöyle bakınca olay daha net oldu. kanada'dayız. bizden daha kuzeyde olmasa da kutba daha yakın olan ülkede. lobide buluşup kahvaltı yapmaya gittik. sonra da kiraladığımız arabaya atlayıp dolaşıp durmaya başladık ottawa'da. ama şunu hemen şu an burada acilen demem gerek ki bir kenti arabayla dolaşmak nezle olup burnun tıkalıyken çiçek koklamaya çalışmaya benziyor (başka benzetmeler de yapabilirim de durumun hassasiyeti yüzünden yapamıyorum şimdilik). yani olmuyor... sokağında sürtmeden, soğunu sıcağını hissetmeden, kokusunu çekmeden, en rezil yerde yemeğini yemeden olmuyor.


şimdi bu ottawa dediğimiz yere türkiye'den kalkıp tek nedenle gidilir, işin düşerse. çoğu ademoğlu bilmez kanada'nın başkentinin burası olduğunu. topu topu 800 bin nüfusu olan bir kent. ontorio eyaletinin toronto'dan sonraki ikinci, kanada'nın vancouver ve montreal'den sonra dördüncü büyük kentiymiş (ama hemen yanındaki gatineau ile birlikte düşünülürse). ama bu adamlarda (işte o moda girdim!) arazi gani gani olduğu için apartman yapmamışlar. kentler de o yüzden dikine değil de enine büyümüş. bu 800 bin kişilik kent ankara'dan daha büyük yüzölçümü olarak.


tüm amerika kıtasındaki ikinci en kaliteli yaşam standartına sahip kentmiş (1 vancouver'mış). evet kent güzel, her şey düşünülmüş. ama başkent işte! çok başkent görmedim, de duydum. avrupa dışındaki başkentler hep sıkıcıymış. mesela canberra sydney'in yanında, washington dc new york city'nin yanında, brasil rio de jeneiro'nun yanında. hani ankara da pek eğlenceli değil. ottawa da öyle. çok sıkıcı görünüyor. ve var olan şeyler de hep adet yerini bulsun diye sanki. mesela little italy diye semt var. 2-3 italyan restoranı dışında bir şey ben görmedim. keza çin mahallesi de öyleydi... (not: topkapı restaurant gibi mısırlıların işlettiği gece belly dancerların gösteri yaptığı "türk restoran"ı italyan mahallesinde)


dolanıp durduk. daha doğrusu ben oturdum da arabanın camından dışarıyı sanki akan bir ekranmışcasına izledim. bir an önce tek başıma aksam dışarıya diye bekledim işte...


abd'nin kuzeydoğusu için de aynı şeyi söylerlerdi ki şahit olamamıştım daha evvel. new england denen bölgede dört aya yakın zaman geçirmeme rağmen dönüşümün eylülün 10-15i olması nedeniyle adam  gibi bir sonbaharını görememiştik new york'un connecticut'un masachusets'in rhode island'ın. ama filmlerden falan biliyorduk işte. autumn in new york. gitmeden önce biliyordum kanada'nın en güzel zamanının sonbahar ayları sayıldığını. güzel dedimm. ne de olsa ekimin sonu kasımın başı. ne şans varmış bizde ki bu sene kış erken gelmiş. hatta büyükelçimiz bize kasımda kar görüldüğü endermiş oralarda, şanslısınız dediydi. yemişim ben böyle şansı. hani ben sonbahar görecektim?! ama tahmin edebildik az çok:


işte buraları görüp de içinde yürüyememek hiç de hoş değil. çok merak ediyorsan aç evde google'ın bilumum marifeti sayesinde gez sokakları kahveni içerken....


en sonunda tek başıma çıkabildim! şimdi biz daha kanada'ya gitmeden evvel ekibe oranın en büyük ve ucuz shopping mall'ını bulmak üzerime vazife edilmişti. gündemde olan asıl dert öncelikle iphone4'tü. olmazsa olmaz. ben daha nasıl olduğunu anlamadan o alışveriş tutkunları daha gittiğimizin saati dolmadan kentteki belli başlı alışveriş merkezlerini bellemişlerdi bile. kabusum olan o durum, yani avm sendromu aynı zamanda özgürlüğüm de oldu. ekip avm'ye gitti. ben de güya kayboldum (!) ve takıldım işte :) dr. leventle birlikte...

******

çok soğuk yahu! termal içlik denen şeyi bulandan allah razı olsun. ama termal içliği ismi afili diye yün içliğe tercih eden benim de kafamın içine leylekler sıçsın!

ilk hedefimiz bittabi tüm ottawa fotoğraflarında görünen parlemento binası idi güya. ama hemen hedefi rideau kanalına ve karşıya, fransızca konuşulan ülkeye, yani quebec'e yürüyerek geçmeye çevirdik. biz ki iki kıta üzerine kurulmuş istanbul kentini bilen adamlarız, ingilizce dünyasından fransızca dünyasına geçmek nedir diye sormayız. eminiz ki asya ile avrupa arasındaki fark frankofon dünya ile anglofon dünya arasındaki farkın kat be kat üstündedir. amma velakin 1995'teki seçimde 50.6 olan hayır oyu evet olsaydı bu yürüyüş neticede bir ülkeden diğerine yürümek mertebesine erişecekti. ama şimdi hala kendini bir ingiliz dünyasında tutsak hisseden frankofonların yurduna hala vizesiz pasaportsuz yürüyerek geçmek mümkünken bir yapalım dedik.





şimdi hemen hemen yukarıda görünen rideau kanalından bahsedeyim azcık. 2007'de unesco dünya mirası listesine girmiş kuzey amerika kıtasındaki ender "modern" yapılardan biri bu kanal. askeri amaçlarla, ingiltere topraklarını artık bağımsız olan abd'den korumaya çalışırkene, kanada'nın iç kısımlarına nehir ağları vasıtasıyla gemilerle asker taşıyabilmek amacıyla tasarlanmış bu kanal 1832'de bitirilmiş. dünyanın en uzun insan yapımı kanalı: 202 km! ve buhar gücü sayesinde işleyen ilk modern inşa yapılardan biri.

buradan alınmıştır

bunun bizim gördüğümüz kadar ki kısmı (tabi görüşmelere gidiğ gelirken gördük büyük bölümünü) etrafına yapılan düzenlemelerle cennete dönmüş resmen. millet o 202 km'yi bisiklet yollarıyla her şekilde tavaf edebiliyorlar. hatta herifler (bak işte o mod) kanada'nın o dondurucu havasını bunun için kullanmışlar. kışın tüm kanal su tutuyor ve dünyanın en uzun buz pateni pisti oluşuyor. google'a girip ottawa rideau canal yazarsanız çok büyük ihtimal o kış manzarasıyla karşılaşırsınız.



kanalın çevresi çok ama çok iyi düzenlenmiş. her türlü etkinlik yapılabiliyor bu kanal etrafında. buna envai çeşit spor da dahil konser tiyatro organizasyonları da.


bu işle o kadar övünüyorlar ki kanal yapımında hayatlarından olan işçiler için dikilen haç dahi bir övünç kaynağı haline gelmiş. herkes gösteriyor, önünde fotoğraf çektiriyor. inancı olan kendi meşrebinde duasını ediyor. insan işte o an anlıyor insan yaşamının aslında değerli olabileceğini. bizde ölen ölür, it kadar değeri yoktur ya!


haçın üstündeki semboller de işçilerin çalıştığı alanları anlatıyormuş.


neyse, bir ara not girelim. hatta şu yukarıdaki frankofonlar da bahanem olsun. aslında bambaşka bir ülkede olursam ilk çekeceğim şeyler kartpostal görüntülerinden çok oradaki insanlar olurdu herhalde diye zırvalayıp dururum her seferinde. ama bunun için koşulların ne kadar elverişli olabileceğini de ihmal ederim. mesela insanları rahatsız etmeden bir kareye alabilmem için teknik şartlarım yoktur. daha dorğusu o teknik şartlar için yani objektif için param yoktur. ama bu engel olmasa dahi ortada çekecek insan olması şarttır. ama ottawa sanki daha önce hiç bu kadar soğuk havayı yaşamamış gibi o insanlardan mahrum bir kentti. ortada insan yoktu yahu! bunun olası nedenlerini sonra anlatmayı tercih ediyorum ve geçiyorum...

ha nerede kaldıydık. rideau canal:

******


bu benim gördüğüm ilk kanal. belgesellerde moskova'dan saint petersburg'a giden bir gemiden bahsedildiğini görmüştüm. kanallar sayesinde bu iki nehirin su seviyeleri eşitleniyor ve böylelikle avrupa rusyasının ortasındaki moskova'dan saint petersburg'a gitmek mümkün olabiliyordu. işte bu da onun gibi bir kanal. gemi ilk bölmeye giriyor. su dolduruluyor o bölmeye, gemi yükseliyor. su seviyesi ikinci ile aynı seviyeye gelince kapak açılıyor gemi ikinci bölmeye geçiyor. oraya su doldurulmaya başlanıyor ve gemi üçüncü bölgenin seviyesine yükseliyor. böylelikle kot farkı ne olursa olsun gemi yukarıya taşınıyor! bir mühendislik harikası işte!


yukarıdaki wikipedia'dan...


kanal boyunun bisiklet yolları ve koşu parkurlarıya dolu olduğu yetmezmiş gibi nehir kıyısı da böyle fasilitelerle donatılmış. bakmayın böyle burada gevşek gevşek "bisiklet yolu" vs diye konuştuğuma, orada sinirimden ağlayacak hale gelmiştim. kıskançlıktan çatladım da daha toparlanamadım desem yeridir. böyle bir ülkede tabi ki health promotion genel müdürlüğü de olur bakanlığı da; bizim ki gibi bisikletseverlerin yasadışı ilan edildiği ülkelerde ise sadece lafı olur!


ulaşmak istediğimiz karşı taraf. gatineau kenti. aslında ikisi ayrı belediyeler olmasına rağmen (hatta ottawa ontario eyaletinin gatineau ise quebec eyaletinin kentleri olsalar da) bu ikisi tek bir yönetim merkezine bırakılmışlar.


işte bu köprü sayesinde iki yakası bir araya gelmiş kanada'nın. osuruktan bir benzetme değil hani. fransızlar yavaş yavaş kolonileşmeye başlarlarken kuzeyde (güneyde malum ingilizler var, şimdiki abd'de) bi bakıyorlar hiç de tahmin ettikleri kadar fransız gitmiyor bu newfoundland'e. ingilizler de madem siz istemiyorsunuz biz yapalım diyorlar da başlıyorlar şimdiki kanada'yı keşfetmeye (!). ama bir kanadalılık bilinci falan oluşmuyor haliyle. güneydeki yeni amerikalılar ingilizlere karşı bağımsızlık savaşı neyim verirken kanada'da yaprak kımıldamıyor. hatta buradakiler amerikanlar gelecek de bizi işgal edecek diye korkuyorlar. ingilizler işte bu zaman gidip fransızlarla anlaşma imzalıyorlar. ortak savunma için. neyse ki amerikalıların bu kadar soğukta gözü yokmuş. (alaska'yı saymayın ulen :) )  işte o köprü bu köprü.. nasıl bağladım ama :)




işte 1900 yılından beri kullanılan o köprü: royal alexandrea interprovincial bridge... yani kraliyet alexandrea bölgelerarası köprüsü :)


söylemeye gerek yok. tabi ki bisikletlilere açık.

bir şey daha dikkatimi çekti. bu daha sonra toronto'da da gözüme battı. su kenarlarında yapılaşma yok. yani konut yapılaşması yok. bu adamlar o kadar mı suya doymuşlar birader de kıymeti harbiyesini bilmiyorlar suyun? yani bir elin kutuplarda olunca, ülkendeki göl sayısının kaç yüzbin olduğunu bilmiyorsan, ya da nehirlerin toplam kaç yüzbin km olduğunu tahmin bile edemiyorsan böyle mi oluyor yani. biz yoksa gerçekten de çöle çok mu yakınız coğrafi olarak? kanada'da yok mu yani karbela söylencesi ? ya da bunun çok daha materyalist bir temeli mi var. mesela bu suların kıyılarının rejimi çok mu değişken? sel, med-cezir. ben şahsen rhode island'da bir med cezir gözlemiştim ki kıyı 1 km'ye yakın değişiyordu.. belki de öyledir... ama kıyılarda evler , restoranlar, kafeler, barlar, çayevleri (!) yok!!!



ama her yer körü, nehir, baraj, kanal, göl.. bir yerden sonra ben bile ehhh yeter artık dedim :) yalanım varsa tayyip kadar zengin olayım...


neyse. quebec'e geçtik geçmesine de bi bok anlamadık işine aslına bakarsak. çok çok soğuk arkadaş, duramıyoruz yerimizde. tamam müthiş bir ortam. fransızca sokak isimleri tamam da, bu gatineau denen kentin merkezi daha içeride. yürüsen yürünür de nasıl dönülecek?. yani o da var dönülür dönülmesine de... işte bilmediğin bir yere gidince ya orası yerine buraya mı gitseydim düşüncesi öldürüyor adamı. aynı küçük çocukların gözlerinden uyku akarken habire ben uyduktan sonra annemler ne yiyiyor acaba diye düşünmesi gibi bir şey bu da. biz gitmedik o frankofonların yanına. belki sokaklarda az buçuk birilerini görsek gaza gelirdik ama kimse yoktu. olanı da biz kıskanıyorduk zaten. bakar mısınız?


şimdi sen bu adama naparsın? hiçbirşey. kıstırırsın kuyruğunu kıçına. nehir kıyısından fotoğraf çekersin...




bu fotoğrafları çektiğimiz yer "musée canadien des civilsations", yani kanada medeniyetler müzesi'nin bahçesi. anlayacağınız üzere tüm kanada'da her yer iki dilli iken aslında fiiliyatta şöyle bir durum var. quebec haric her yerde ingilizce birinci dilken fransızca ikinci dil. quebec'te ise durum tam tersi. herşey önce fransızca yazılmış sonra ingilizce. sokak isimleri, market levhaları falan fransızca. ne anlatıyordum ben yaaa?



haa. müzeyi gezmeyi harbiden istiyordum ama yalnız değildim o an. yanımdaki arkadaş da pek hevesli olmayınca, ve ben de kendimi kanada medeniyet müzesi dediğin iki-üç saatte bitmez diye ikna ettiğim için pas geçtik. oysa ki bu kanada, anadolu mısır fars yunan değil ki abi. varsa first nation'lar vardır, biraz da ingiliz/fransız kraliyet tarihi. bu dediğim aşağılama gibi gelebilir ama bunu maalesef çok kez teyit edeceğim daha sonra...


yukarıda ottawa'ya geri dönerken geçtiğimiz victoria adası. 1000 metrekare adaya bile bisiklet yolu yapan zihniyeti ayakta ellerim patlayıncaya kadar alkışlıyorum arkadaş...


ve ottawa'dayız tekrar. istikamet downtown. insan bulabilmek umuduyla...

aşağıdaki fotolar benim oradaki varlığımı kanıtlayan dr. levent'e minnettarlığımı göstermek ve bu sayede onu onurlandırmak içindir.... ***'lı fotoğraflar...

******

******

31 ekim 2010

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba,
Çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık. Önümüzdeki ay 3 yıllığına Ottawaya taşınıyoruz. Umarım mutlu oluruz. Beni tek korkutan soğuk! 2 de çocuk!! Artık yaşayıp göreceğiz.