13 Mart 2010

antioch



konu bütünlüğü olsun diye kasıp duruyorum ama yazacaklarımı da günden güne unutuyorum. en iyisi parça parça olanları burya not düşmek. ne demişler, aklımda duracağına blogumda dursun...



iyi de bu karmançorman konuya nasıl bir başlık fotoğrafı yüklemeli diye az düşünmedim değil. en iyisi bir dükkanın camında gördüğüm bir afişi kullanmak. bu afişin özellikle antakya için tasarlanıp tasarlanmadığı hakkında en küçük fikrim yok. ama antakyalıların bu afşi pek sahiplendikleri söylenebilir. çünkü bir çok yerde rastladık buna. üzerinde öyle ya da böyle la ilahe ilallah yazıyor. yani allah'tan başka tanrı yoktur. almancasında da neredeyse aynı; tek tanrıya inanıyoruz. sanırım diğerleri de bu minvalde. gördüğümüz afişlerin kimisinde türkçe olarak hepimiz tek tanrıya inanıyoruz yazıyordu. yukarıda afişte ise haç, davud yıldızı ve hilal'in arasında abraham yazıyor görüldüğü üzere. efendim bu bildiğimiz (hz) ibrahim'dir. ve bu tek kitaplı dinlerin tümüne dinler tarihi literatüründe abrahamic dinler denir. yani köken olarak ibrahim'e dayanan dinler. 



öncelikle şunu söylemeliyim. gittiğimiz kent asi nehri sayesinde ikiye bölünmüş bir kenttir;




kenti bölen asi, hiç de güzel bir nehir değildir. ekşide yazıldığı üzere kendisi asi ve azgın bir nehir olmaktan ziyade akmaya üşenen bir çamur deryası görünümündedir. ama yatağından da belli olduğu üzere vakti zamanında debisi yüksek, büyük bir nehirmiş. eee etme bulma dünyası. sen fıratın üstüne sayısız baraj kurarsan, (bunu yaparken zeugmayı, halfetiyi suyun dibine batırırsan), güney komşun suriye'yi susuz bırakırsan o da sana aynı şeyi yapar tabi...

ama adının asi olması -antik ismi oronnes- çok gür bir ırmak olmasından kaynaklanmıyor. bir efsaneye dayanıyor. vakti zamanında samandağda yaşayan halk bolluk içinde mutlu mutlu yaşıyormuş. artık nereden peydah olduysa bir ejderha gelmiş. içme suyunun başını tutmuş. ahaliden kendisine güzel bir kızın kurban olarak verilmesini istemiş. ahali verince suyun akmasına izin vermiş. ejderha bu ya ertesi sene yine gelmiş, sonra yine. kızları kurban alıp gidiyormuş. sonra sıra kralın tek ve güzel kızına gelince kral telaşa kapılmış. hızır çıkmış ortaya. verin kızı ejderhaya ben götüreyim demiş. tutmuş kızı ejderhanın yaşadığı dağdaki mağaraya götürmüş. ejderha kızı yemeye geldiği an hızır kılıcını kınından çıkarmış yüreğine sağlayavermiş ejderhanın. ağır yaralanan ejderha kendisini öldürmesi için hızır'a yalvarmış ama hızır bir daha vurmamış kılıcını. canavar bu ya can çekişe çekişe çırpınıp uçmu. varmış lübnan dağlarına hızla çarpmış. çarptığı yer yarılmış, oradan sular fışkırmaya başlamış. bu su aka aka samandağ'a ulaşmış, oradan akdenize kavuşmuş. ahali bu suyun ab-ı hayat olduğuna ve ilk kez hızır'ın içtiğine inanmış. böylece o eski amik ovasına, suriye düzlüklerine bereket getiren nehir vücut bulmuş. ancak o zamanlar halk nehirlerin hep kuzeyden güneye doğru aktığına inanırmış. eee nolsun tabi gördükleri fırat, dicle, ceyhan, seyhan.. hepsi kuzeyden güneye akıyor. asi ise güneyden kuzeye. bilinen kanuna uymuyor diye nehre "neh-il maklup" adını vermişler, anlamı ters akan nehir, yani asi nehir.

asi antakya'nın kalbiymiş. hayat kaynağıymış eskiden ki kent onun üzerine kurulmuş:









aslında bir çok eski antakya fotoğrafı görmüştük ama ne yazık ki çekmeyi akıl edememişiz. asi kıyılarında yalılar varmış boylu boyunca. tabi kalmamışlar. ama en azından 1970lere kadar 280-300 yılları arasında roma imparatoru diocletianus'un yaptırdığı köprü hala varmış:







kenti modernleştireceğiz diye bir çok anadolu kentinde yaptıkları gibi bu köprüyü de yıkmaya karar vermiş pek akıllı yöneticilerimiz. ama köprü o kadar sağlammış ki günlerce balyozlarla üstünde çalışmış işçiler sırf yıkabilmek için. bir allahın akıllı kulu da çıkıp dememiş mi ille de trafik için yapıyorsanız 50 metre öteye yapın diye bilmiyorum. şu an bu köprünün olduğu yerde şu var;





harika!!! neyse ki antakya'nın tarihsel değeri demeyelim ama turizm sermayesi anlaşılmış ki mostar köprüsü gibi yeniden inşa edilmesine karar verilmiş ve çalışmalara başlanmış. mostar köprüsünü yendien inşa eden mühendis ve mimarlarla anlaşılmış. orijinal köprüden tek bir taş kalmamasından rağmen elde olan fotoğraf ve planlara göre yeniden inşa edeceklermiş. hadi bakalım hayırlısı...

asi nehri kenti ikiye bölüyor dedik ya oradan devam etmek gerekirse, antakyalılar değil de ben şöyle bir çıkarsamada bulundum. "kentin asiden habibi neccar dağına dek uzanan doğu kısmına antakya, amanoslara doğru uzanan batı kısmına hatay denir". nedeni de şu eski kent bu antakya kısmı oluyor. yeni kent de hatay. çünkü burası çakma bir kent. bina, beton. derme çatma çirkin binalar. otogardan barışlara giderken dünyayı başıma yıkan görüntülerin sebebi. hatay fransa mandasından çıkıp suriye'ye bağlanacakken bağımsızlık ilan ediyor. ve sonra bir referandumla türkiye'ye bağlanıyor. kentin orasında burasında atatürk'ün şu lafı yazıyor: "hatay 40 asırlık türk yurdudur". bak şimdi! 40 asır. 4000 yıl! yani MÖ 2000. yıl! il türkiye'ye bağlanınca tarihinde hiç olmayan bir ismi veriliyor ile: hatay!. ismin bu bölgeyle gram alakası yok. hatay bir kavim, klan, aşiret, boy ismi. ne derseniz deyin. vaktinde çin'in kuzeyinde at koşturan karahitayları ya da kitayları hatırlarsınız umarım tarih kitaplarından. bunlara kitay, hitay ya da hatay denirmiş. o isim tutulmuş buraya verilmiş. türk yurdu olduğu ispat edilecek ya! gerçi atatürk'ün hatay 40 asırlık... derken oradaki hatay'ı kastetmiş olması ve ölümünden sonra onun çok istediği şeyin olup buranın tc'ye bağlanması sonrası işgüzar bir devlet görevlisinin buraya hatay ismini vermesi de olası. ne olursa olsun saçmalık. çarşıda "40 asırlık türk yurdu caddesi" dahi var... gerçek şu ki burada yaşayan hiç kimse hatay ismini kullanmıyor. herkes antakya diyor. iskenderunlular da kendilerine hataylı demiyor ama bu burnu büyüklükten değil. çünkü tc'ye dahil oluncaya kadar ismi antik çağda alexendretta, osmanlıda iskenderun. osmanlı zamanında halep eyaletine bağlı bir kentmiş, suriyeliler de bizim hatay adını verdiğimiz ile skenderun adını veriyorlar hala...

dolayısıyla antakyayı dolaştık hep.




kurtuluş caddesi. tesadüfen girdiğimiz tmmob lokalinde caddeye dair yenileme planlarını gördük. inşallah gerçekleşir demekten başka çare yok. çünkü cadde üzerinde enfes binalar mevcut ve üflesen yıkılacak durumda. bir şekilde restore edilenler turizmin ve yeme içme sektörnün hizmetine sunulmuş. ama ayakta kalabilmiş. yukarıdaki gibi. umarım bu yenileme işleri sulukule, balat, ulus projeleri gibi yaşayanları defetmek suretiyle planlanmıyordur. zira antakya'yı antakya yapan o insanları!

aman bu yeme içme sektörüne zeval gelmesin. en güzel restoranın en pahalı yemeğinin 7 tl olduğu düşünülürse ve bunun bir de o meşhur antakya mutfağı olduğu hatra getirilirse ne demek istediğimi siz düşünün artık. örnek:



antakya evi. barış'ın bize ilk ikramı. yemekleri ve ortamı harika. gerçi gittiğimiz her yer öyleydi ama :) mesela sveyka adlı restoranı merak edip içeriye daldık. çok güzel şekilde restore edilmiş. arayıp da bir türlü alamadığımız ceviz reçelini burada bulduk. reçel üstüne konuşurken restorana çay içmeye davet edildik. çaylar geldi, ardından ismini hatırlayamadığım muazzam bir börek. biz "eyvah, bize geçiriyorlar, acaba ne kadar ödeyeceğiz" diye düşnüyoruz tabi bu sırada. kalktık, borcumuzu sorduk. "ne demek efendim, ikramımız" dediler de apışıp kaldık. biz alışık değiliz böyle konukseverliğe :) ama antakyalıların hepsi de böyleydi be. çok güzel insanlar. esnafı bile. parayı bırakıp helal olsun diyerek çıkıyorsunuz her yerden. sırf sergilenen güleryüze değer verilen para, yedikleriniz de anılarınıza kar kalsın...


sürekli dolanıp durduk ana caddelerde. ama ara sokakalra da girdik.



ara sokaklarda gezerken açık bir kapı görüp meraktan kafamızı içeri uzattık. bizi melek hanım karşıladı:


girdiğimiz yer bir konukevi imiş. yani henüz ruhsatı alınmamış hostelvari bir şey. günlük 20-30 tl'ye eski antakya evinde kalıyorsunuz. sürekli demlenen çay, kahve makinesi ve mutfak emrinize amade. hatta anahtarı size teslim edip gidiyorlar (tecrübeyle sabittir). eski antakya evlerini alıp elden geçiriyorlar sonra da bu şekilde kullanıyorlar. melek hanım fotoğraftan da anlaşılacağı üzere hristiyan. aslında barbara 'ablası' için çalışıyor. rahibe. düzenli olarak ayinler yapıyorlar. dediğine göre ayinlere katolikler, ortodokslar, nusayriler, aleviler ve sünniler de katılıyor ---ara not antakya'da müslüman diye bir kategori yok. aleviler (nusayriler daha doğrusu) ve sunniler var--- . hem kur'an hem incil okuyorlar. birlikte dua ediyorlar. soramadım ama antakya'da bahailer de olduğunu duymuştum. acaba melek ve barbara hanımlar bahai miydi? mesele onlar için çok basit, madem tek tanrı var, tek ilah var, ve herkes onu seviyor ve onun rızası için dualar ediyor ve ibadet yapıyor, o zaman bu ayrılık temelsizdir! haksızlar mı? bilmem. allah bilir.


yandaki üç evi de almışlar. güzel bir hostel kompleksi çıkacak oradan. telefonları bizdedir. gitmek isteyen arkadaşlar olursa diye :)


yukarıdaki foto buranın bahçesinde ilkay tarafından çekildi. o çekerken ben napıyor bu diye düşünüyordum ama merdivenlerden fotoğraf çıkarmayı becermiş benim gören/görebilen sevgilim!



ara sokaklar aynı bizim kula sokakları gibi. dar ve çıkmazlarla dolu. ama evleri çok bakımsız. acil müdahale şart!





onca bakımsızlıklarına karşın bu sokaklarda gönül rahatlığıyla yürümek insana çok iyi geliyor. boşuna demiyoruz antakya çok güzel diye :)


o dar sokaklardan öyle ya da böyle hep uzun çarşıya giriyorsunuz. ama pazar günleri kapalı. o meşhur çarşıyı maalesef göremedik :(


afişte olmasına rağmen musevilerle ilgili hiçbir şey göstermedi demeyin. işte antakya havrası. yalnız cemaat sayısı çok düşmüş. cemaatin en genci 48 yaşındaymış. sadece özel günlerde toplanıp ibadet yapıyorlar. adnan amcanın dediğine göre eskiden zenginler mahallesindeki manifaturacıların, terzilerin hepsi yahudiymiş. israile iki kez göç yaşanmış toplu halde. birincisi israil kurulduktan hemen sonra. ikincisi 1980ler civarında. bu ikinci göçün nedenini ne yazık ki öğrenemedim...


affan kahvesi. aslında sıradan bir kahvehane ama çok meşhur. fransızlardan kalma eski bir bina. babadan oğula geçen bir işletme. ama burayı meşhur eden şey kahvenin müdavimi binbir dil binbir din antakyalılar değil de kendine has tatlısı;


karşınızda haytalı. (mersin civarındaki ismi bicibici). en altta muhallebi, üstünde gül suyu ve dondurma. çok ilginç ve serinletici bir tatlı. ölünceye dek yenebilir. bu keyfin ederi sadece 2,5 tl. bunu ankara'da özsüte koysanız 8-10 tl'den aşağı yiyemezsiniz heralde. aynı antakya'nın meşhur künefesi gibi. yemekten fotoğraflamaya fırsat bulamamışız. künefe buysa daha önce ben künefe yememişim demektir dedim orada.. hafif. istediğin kadar yiyiyorsun ve sadece 2,5 tl. antakya'yı seviyorum :) dersimli barış da seviyor:


(yeni) antakya merkezi ise şöyle bir şey:


bu tarafta göze çarpan çok bir şey yok. mozaik müzesi, eski meclis binası, vali konağı, mado pastanesi (eski bir konakmış), ziraat bankası haricinde tabi. tabi ki bunlar asi boyunca sıralanıyorlar. bir de çok güzel bir parkı var antakya'nın bu tarafta:


yine fransızların armağanı :) çok yağmur vardı ve ben aslında ilkay'dan haber bekliyordum o yüzden parkın ve  o havuzun başındaki envai çeşit ördeği, kazı, tavus kuşlarını ve kuğuları çekemedim ne yazık ki. belki sadece bu:


işte antakya kabataslak böyle. yanlış! bizim gezebildiğimiz kısmı böyle. tahminime göre o daracık sokaklarda daha nice cevherler yatıyor. nereye gitsem yağmur var kardeşim. bu ne şans! gerçi gezmek için gelmedik antakya'ya ama o kadara yolun hatrına biraz kuru dolaşsaydık ya...

son not olsun. antakya'da muazzam bir cafe-bar kültürü var. eski evleri dönüştürüp dönüştürüp cafe ve bar haline getirmişler. zaten içkili içkisiz yer ayrımı yok. ve gece hayatı geç saatlere kadar sürüyor. ayrıntı vermeye gerek yok sanırım :) işte bizim gezi ekibimiz iki mekandan sonra cabaret'te günü ertesi güne devirirken:







bitirmeden önce



benim antakya belediyesinden naçizane üç isteğim var:

1- kenti yenileyeceğim diye saçmasapan uygulamalara girişmeyin,
2- asi nehrini biraz güzelleştirin. eskiden porsuk da iğrenç bir yerdi.
3- kentte bir günü arabasız gün ilan edin ki o caddeleri, binaları gelenler istediği gibi fotoğraflayabilsin :)

26-27 şubat 2010

Hiç yorum yok: