pandotrip.com |
İşte bulutların olması gereken seviye buydu -ya da hiç bulut olmamalıydı da aşağıyı görebilmeliydik. Bizim gördüğümüzse şuydu:
Tabi buna görmek denebilirse. Lizbon'a gitme ihtimali doğduğunda hemen takip ettiğim gezi bloglarına baktım. Sintra'ya mutlaka gidilmeli, orada Pena Sarayı mutlaka görülmeli yazıyordu çoğunda. Derinlemesine bir Google taramasıyla ikna oldum. Görsellere bakıp da ne var ki bunda denilecek gibi değildi doğrusu. Mesela:
Fotoğraf hilelerinden az çok haberdarım. Bunun aynısını göreceğim diye hiç umutlanmadım ama mimarisine, renklerine tav oldum. Daha Lizbon'u görmeden buraya gelişimizin asıl sebebi işte bu saraydı.
Sabahın erken saatinde kalkıp belediye otobüsüne bindik. Ulaşımın bu kadar kolay olması nimetti nimet olmasına da o koca otobüsün daha tırmandığı yolu görünce... Bisikletliler virajlarda otobüsün manevrası için durup yol veriyorlardı diyeyim de yetsin. Bir yerde Kale durağı dendi, indik ve başladık yürümeye.
İlk önce Mağribi surlarını görmek istiyorduk. Kafamızdaki görsel işte şuydu:
Castelo dos Mouros. Bir çok kaynakta 10. yy'da Kuzey Afrikalı Müslümanlar tarafından Hristiyan istilasına karşı yapıldığı söylense de bu pek doğru değil. 8. veya 9. yy'da Müslüman istilasına karşı yapılmış. Cordoba'nın Müslümanların eline geçmesiyle Badajoz kralı yanında kalsınlar diye Leon-Castilla kralına Sintra'nın da dahil olduğu bölgeyi vermiş. Ama bu Almoravid saldırılarını durduramamış ve kale Müslümanların eline geçmiş. Reconquista (yeniden fetih) zamanında kaledekiler makul bir anlaşma yapıp teslim olmuşlar. Kral sözünde durmuş; kalede, daha doğrusu kaleyi çevreleyen dağlık arazide Müslümanlar ile Yahudiler birlikte yaşamışlar uzun süre. Kalenin stratejik önemi ortadan kalkınca, Müslümanlar da bu yüzden aşağı, Sintra'ya gidince, sadece Yahudiler kalmış. Ta ki fanatik bir Hristiyan kral tahta geçinceye kadar.
Bir önceki sene Endülüs planı yapıp gidemeyen biz, kendimizin ilk Mağribi eserini göreceğiz aklımızca. Gidinceye kadar biz de burayı Müslümanlar yapmış biliyorduk. Sanki kaleyi Mağribi yapınca farklı bir mimari forma bürünüyor. Lakin tırmanırken bunun pek de mümkün olmadığını gördük. Sis var her yerde.
Umutluyuz yine de. Yukarı çıktıkça sisin üzerine çıkacağız ve bulutların üstünde şahane bir manzaramız olacak. Hatta dertleniyorduk keşke olmayaydı da buradan hem Lizbon'u hem de Atlantik okyanusunu görebilseydik diye. Vay o zamanki derdime...
Kale girişine gelmeden kalede yapılan arkeolojik kazılar hakkında bilgiler veren bir merkeze denk geldik. Burası vakti zamanında Müslüman mahallesiymiş ve yanında da Hristiyan mezarlığı varmış. Kazıda bulunan bazı iskeletleri camekan birimlerde gelenlere gösteriyorlar:
Surlar görünüyor aşağıdan ve biz daha fazla heyecanlanıyoruz. Siste azalma yok ama...
Kapıya vardık. Giriş 8 euro. Parasından değil de sisten bir şey göremeyeceğiz diye girmedik. Yine de kapıdakilere sisten bahsettik, bu bulanıklıkta gözlerinden kaçıversek de içeri giriversek olasılığından dem vurduk, bak bu kadar tırmandık diye acındırdık, olmadı. İlla da bilet alacakmışız.
Müslümanların tarihsel ortaklığından bahsedip hak mı iddia etsek diye düşündük. Cumhurbaşkanlığı külliyesindeki toplantıda Endülüs'e beleş gezi sözü alan muhtarın dediği gibi 'ecdadımızın eserlerini görmeye geldik' diyeydik. Mağribi, Arap nasıl ecdadımız oluyorsa...
Hani kıçına bakarak geri dönmek denir ya, tam öyle oldu. Yine de keyfimiz çok yerindeydi, hatta çok neşeliydik.
Bir şekilde ulaştık Pena Sarayı'nın içinde olduğu ulusal parka. Sisten kurtulmak bir yana daha da artmıştı. Şu kuleyi bile göremedik, ne diyeyim. Avuntu niyetine:
Buradaydık...
Turistik tavsiyeler vermek hiç adetim değildir amaaaa, girişten sizi saray çıkaracak olan minibüsler var (paralı), dizinizde sırtınızda bir sorun varsa o parayı verin! Bir girer çıkarız denecek bir saray değil. Hava da zamanımız da müsait değildi, biz yapamadık, siz yapın, o sarayın bahçesini, etrafındaki parkı gezin.
Artık dışarıdan içeriye giriyoruz.
Ortaçağ'da kimin yaptırdığı meçhul bir şapel varmış burada, yani Sintra dağının tepesinde. İber yarımadasındaki meşhur adet üzere, Bakire Meryem burada görünmüş de ondan yaptırılmış o şapel. 1490'larda Kral II. John burada avlanırken Vasco da Gama'nın Hindistan'dan dönen filosunun Tagus nehrine girişini görmüş. Bu kaşifin müthiş başarısının namına buraya bir manastır yaptırmaya karar vermiş. Yıllarca burası en fazla 18 keşişe ev sahipliği yapabilecek kadar küçük bir yer olarak kalmış.
18. yy'da bir yıldırım vurmuş bu manastırı. Ama asıl 1755 Büyük Lizbon depreminde yerle yeksan olmuş. Ama o ilk şapel neredeyse hiç hasar almadan kurtulmuş bu yıkımlardan. 1838'de Prens Ferdinand (Fernando) burayı ayağa kaldırmaya karar vermiş. Manastır diye kullanmamış ama uyanık, çevre düzenlemesini de yaptırıp Portekiz kraliyet ailesinin yaz konağı haline getirmiş. Bu iş için tutulan Alman mimar zamanının modası romantizmi takip etmiş ve bir saray yapmış: neo-gotik, neo-manuelin, neo-islam ve neo-rönesans biçimiymiş (güya!). Hikayesi sonra.
Tamam (Neo-)gotik'e ikna olduk şu yukarıdaki figürle. Şu ya da bu şahane iş çıkartmış. Kanıt: burası Portekiz'de en fazla ziyaretçi alan 3. yermiş! Bir şey para getiriyorsa, güzeldir. Golden rule of capitalist aestheticism. Yıllarca yazlık olarak kullanıldıktan sonra cumhuriyetin ilanını takiben devlet buraya el koymuş, aristokratlar deh edilmiş, burası da müze olmuş.
Arkam uçurum. Bu cümle zaman ve mekandan münezzehtir.
Heykelin bizim tarihimizde yeri olmamasına hep üzülmüşümdür. Olsaydı, ama Avrupa heykelciliğinden farklı bir yol takip edilseydi, mitolojik kişiler/yaratıklar ya da sezarlar/aristokratlar değil de dervişler, zangoçlar, yeniçeriler, civanlar, kadın ağalar..ın heykelleri yapılsaydı, ne hafızamız olurdu ama! Tamam kimin heykelinin yapılacağının, yapılabileceğinin koşullarının belli olduğunu biliyorum ama ya olsaydı? Zavallı film yapımcıları Avrupalı oryantalist ressamların fantezi dünyalarının esiri olmaktan kurtulurlardı ki bunlar bile 19.yy'dan öncesine dair bir şey söylemez. Elde kalan bir savaşa şaşkaza şahit olup düşmanını kanlar içinde vahşiler olarak tasvir eden ya Avrupalı ya da Farsi ressamlar. Gerçi neyi niye dert ediyorsak? Halkıma tarihi dizilerde giyilen Game of Thrones taklidi kürklü elbiseler yetiyor da artıyor bile.
Koskoca minyatür sanatını yok saydığım düşünülmesin. Ya da Osmanlı sultanlarının gizliden gizliye Avrupa'dan ressamlar getirtip kendi portrelerini yaptırdığını bilmediğim de. Benim derdim bunların kamusallaşmaması. Hangi kentimizin tarihi mahallesinde bir meydanda, ne bileyim bir caminin önünde, çarşısının girişinde, çeşmesinin tepesinde bir heykel veya bir tasvir gördük?
Yeri gelmişken Mehmet Siyahkalem'i ve onun nice sonra keşfedilişini hatırlayalım. Bu şahane resimleri görmek için bir bankanın kendi çapında çabalarının beklenmesi mi gerekiyordu?
Bu kadar serzeniş yeter. Geriye dönelim biraz.
Vakti zamanında Portekiz sınırlarına dahil olan Brezilya'da doğmuş Maria namlı bir prenses varmış. Kral babası tahttan çekilmek zorunda kalınca amcasıyla evlenmek şartıyla kraliçe olmuş ama henüz 7 yaşındaymış. Amcası bir pedofil olmadığı için olsa gerek (!) evlilik şartını yerine getirmemiş ve Maria 15 yaşına kadar kraliçe olmayı beklemiş İngiltere'de ve Fransa'da. Sonra Alman bir prensle evlendirilmiş ve kraliçe olmuş. Evlilikten 2 ay sonra prens vefat edince, onu oğlu Fernando ile evlendirmişler.
Fernando Augusto Francisco Antonio adlı bu prens iyi eğitimli, kraliyet salonlarının müdavimi, ince sanat zevkleri olan bir prensmiş. Daha önce hiç Portekiz'e gitmemişken ve bittabi Maria'nın cismini bile bilmiyorken Lizbon'a taşınma ve Maria'nın başına bir şey gelirse ölünceye kadar kendisine yıllık maaş bağlanması şartıyla evliliği kabul etmiş.
Dedim de aklıma geldi, Maria'yla Fernando'nun evlenmeden birbirilerini görmemeleri bana annemle babamı hatırlattı. Babam düğün öncesinde en azından annemin vesikalık fotoğrafını görmüş; annem garibim babamın fotoğrafını bile görmemiş evlenmeden önce ki bizimkilerin evliliği mali ve politik bir anlaşma da değil Maria'nınki gibi. Bizimkilerinki gelenekten (gelen gitsin, bi daha da gelmesin geri).
Fernando'nun kral olmakta, bir ülkeyi yönetmek de hiç gözü yokmuş. Tek isteği sanatla haşır neşir olmakmış. Parası da olunca sanat koleksiyonu günden güne büyüyormuş. Sintra'ya gelince buranın büyüsüne kapılmış ve harap haldeki manastırı, etrafındaki ormanı ve Mağribi kalesinin olduğu araziyi satın almış (kimden?).
Burayı ortaçağ, Manueline (geç Portekiz gotik) ve Moorish bir yaz konağı haline getirmek istiyormuş. Baron ünvanlı Alman bir mimarla anlaşmış. Mimar taslakları sununca ne istediğinin anlaşılmadığını görmüş ve mimarı daha iyi anlasın diye güney İspanya'ya, Kuzey Afrika'ya, Akdeniz ruhunu görsün diye de İtalya ve Fransa'ya göndermiş. Sonuç olarak bu yapı çıkmış ortaya: bir kanadı ortaçağ ve gotik, diğer kanadı Mağribi ve Akdenizli.
wiki'den |
Pena'nın tarihinden çıkıp devam etmek gerekirse, Maria ile Fernando'nun 11 çocuğu olmuş. Sonuncuyu doğururken Maria vefat etmiş. Üzülecek değil ya Fernand sanat peşinde koşmaya devam ediyormuş. Lizbon'da performansına bayıldığı bir opera sanatçısına aşık olmuş, ikna etmiş kadını, Düşes unvanını vermiş ona ve evlenmişler. Birlikte Pena'nın etrafını düzenlemeye başlamışlar. Şili'den, Avustralya'dan dahi ağaç çeşitleri getirtmişler. Düşes için de bir konak yapılmış bahçesine (biz görmedik). Fernando ölünce Pena dahil her şeyini Düşes'e bırakmış ama bu kraliyet ailesinde ve nedense Portekiz ahalisinde infiale yol açmış. Fernando'nun Maria'dan olma oğlu Luis, kraliyetten gelmesi mümkün şiddet hakkını kullanmamış mahkemeye başvurmuş (Portekizli kibarlığı olsa gerek) ve 5 sene sonra mülkiyeti eline almış, Düşesi de kovmuş.
Bu malzeme nedir bir araştırayım diye buraya koymuştum ama bulamadım. Taş olduğunu hatırlıyorum sadece. Bilen varsa bilgilendirsin.
Azulejo konusuna burada girmeyeceğim ama bana bir porselene böyle resim yapma fikrini çok sevdiğimi söylemiş olayım.
Saray çok büyük değil ama sürekli yokuş ve merdiven çıkmak zorundasınız. Ama dışarıda görülmesi mümkün değil de bulunması gereken bir sürü şey var. Saraydan çıkıp bahçesine dalıyoruz.
85 hektarlık bir bahçeden bahsediyoruz. Bahçe demem elimdeki rehberden dolayı. Burası bir orman, hatta olabildiğince yaban bir orman. 2000'in üzerinde ağaç çeşidi varmış burada. Biz sadece karaltılarını gördük.
Ve o bahçede 30'un üzerinde çeşit çeşit 30'un üzerinde yapı var. Şu yukarıdaki mesela Mağribi abdesthanesiymiş.
Bu da throne.
Haritaya bakıp durmamıza rağmen defalarca yönümüzü kaybettik. Tek çıkar yol aşağı doğru yürümekti. Biz de öyle yaptık ve kendimizi göller vadisinde bulduk.
Ve siyah kuğularla karşılaştık. Cygnus atratus.. Aslında Avustralya'ya özgüymüş bu kuş. Sintra'ya ne zaman geldiği bilinmez ama Avustralya'dan ağaç getiren koleksiyoncu aristokrat kafa 2 yumurta da sepetine atıp gelmiştir herhalde. Siyah kuğular artık her yerde. Kuğulu Park'ın bile siyah kuğusu vardı, artık oradan düşünün.
Karl Popper'in dediği aklımda: dünyada hiç siyah kuğu olmadığını ispatlamaya çalışan biri dünyadaki bütün kuğuları tek tek bulup incelemek ve hiçbirinin siyah olmadığını tespit etmek zorundadır. Doğru demiş. Finans dünyası da gerçekleşmesi çok düşük olasılıklı ve bu nedenle fiyatlanamayan ama gerçekleştiğinde çok büyük etkiler yaratabilecek olaylar için siyah kuğu terimini kullanırmış. Alın size ekşi sözlük bilgisi.
Demek ki dekadans, apokalips vs. değil de bir siyah kuğuymuş beklediğimiz.
Ördek evi. Suyu olmasa bile çok güzeldi ama sulu hali de şuymuş:
Her yerden çeşme olmasa bile su akıyordu ve biz de doya doya içtik.
Biliyorum bu çok dağınık bir başlık oldu. Çok seneler geçti üzerinden, diyecek şeylerim kalmamış, sürekli aynı şeyleri deyip durmuşum. Zamanında bu başlığı bloğa girmediğim için çok pişmanım.
Pena'yı gördüğüm için çok mutluyum ama keşke "görmek" mümkün olsaydı. Bu haziranda gidişimde gidemedim bir daha, çok pişmanım.
Oysa söz vermiştim kendime. Bir daha olur da tekrar gelirsem, seni sindire sindire gezeceğim diye. Söz vermişim de tutmamışım gibi hissediyorum.
Bu başlıkta böyle baştan savma kalsın. En azından işlemiş olayım...
Bu gezinin diğer yazıları:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder