müzeleri gezmeye değil de görüp geçmeye devam ediyoruz. iyi ki hepsi aynı bölgede! iyi ki 12 mplik iphonelarımız var. allahıma bin şükür. şimdiki istikametimiz resmi adı smitshonian ulusal amerikan sanat müzesi ve sonrasındayine smithsonian doğa tarihi müzesi. işte o koşuşturmadan...
büyük ihtimal maraton dolayısıyla boş sokaklar. yazık değil mi şu canım bisiklet yollarına? öyle boş boş duruyorlar.
kubbeli bina amerikan sanat müzesi. şimdi hemen söyleyeyim ben bu 'sanat'tan anlamam. hoşuma gidene bakarım, takdir ederim ama şu da şundan güzelmiş diyemem. merak etmem yani. ama yine de bir müzeye giriyorsam hakkını vermek gerekir deyip orada zaman harcamaya çalışırım. çalışırdım. çünkü bu iki parça müzeyi biz 1 saatte hallettik :)
aslında insan garip hissediyor. bir şekilde gördüğün tablolar orada öylece duruyor. bakıyorsun, hatırlıyorsun kimini de .. işte o kadar. gerisi yok. şunu şu filmden hatırlıyorum, bu şu kitabın kapağındaydı, hatta şundan iyi kitap ayracı olur. ayıp. biliyorum. ama öyle.. mesela ankara'da cermodern bu kentin sanatını kurtarabilir bir mekandır denir. ama ben daha gitmedim. daha geçen hafta salvador dali sergisi vardı. gitmedik. kafamıza takmadık galiba. gitseydik biz dali gördük derdik en fazla. sanki bin tane kartpostalda görmemişiz gibi.
mesela yukarıdaki napolyon tablosunu bilmeyen olur mu? biliyoruz da işte o kadar. takdir etmek, daha doğrusu kıymetini bilmek farklı bir şey. işte eksik olan şey bu bende bu sanat'a yönelik. yoksa kıymetli müzik icra edenler için saatlerce yol tepmişliğimiz de bilinir.
yukarıdaki ünlü tablo serginin gözdesiydi.
warhol özel sergisi vardı. dedim bari bunu görelim adam gibi. görsel sanatlardan pek anlamasam da pop-art'tan, popüler kültürden, kültür yıkıcılığından, postmodernizmden az çok haberdarız, kafamıza iki fikir işlenir belki dedim. warhol'u duymayı bırak her nasılsa yukarıdaki marilyn çeşitlemelerini bile hayatında hiç görmemiş olan ekibimiz elemanları bana anlamsız anlamsız baktı. ben de yine avuçladım götümü.
bu bina iki farklı bloktan oluşuyor. müzenin kafesi ikisini birbirinden ayırıyor. o kafenin üzerinde piramitler var, gün ışığı girsin diye. hoş bir mekan dediydim, sonra aklıma yine dan brown geldi, sustum. dc'yi dan brown aklında dolaşan dangalak bir benimdir herhalde diyordum, bi taradım, dan brown izinde dc gezisi düzenleyen bir çok turizm şirketi var. tek dangalak ben değilmişim :)
iki bloğu birbirine bağlayan tünel pek füturistik.
müzenin heykel bölümünü de bi görelim, bakıp çıkalım dedim. reddedildim. ben de bi cinsim. hem milletin bi bakıp çıkma isteğiyle dalga geçiyorum hem aynısını ben de istiyorum. insanoğlu işte! ama benim şöyle bi bahanem var: bir dahaki gelişimde nerede ne var bilgi toplamak, veri depolamak. hani o hayali gezi arkadaşlarıma kargalık etmek. o hayali gezi arakadaşlarımı taaa buralara dc'ye getiri miydim o ayrı bir mevzu ya...
işte o bahsettiğim piramitler. illimuniati olsun diye de gün ışığını patlatırım böyle :)
hadi gereksiz bilgi: bu piramitler aslında paris'teki louvre müzesini işaret ediyor arkadaşlar. louvre'ı bulamayan burada bunla yetiniyor işte..
ve erkek kedi izini bırakır (not: yandaki şekil her ne ise benim yazımla alakası yok)..
1 saatlik koşturmacayla müzeyi hallettik, ki bunun yarım saati muhtemelen müze dükkan'ında hediyelik aramakla geçmiştir.
gitmeyi düşünen varsa, girişte mutlaka rehber alın. yoksa o tanıdık gelen tablolar da dahil mal mal bakıp duruyorsunuz. hakkını verin gelmişken. bizim gibi öküzlük yapmayın!
özlediğimiz başkent tablosu...
yeni rota: doğa tarihi müzesi..
çok gürültülü bir mekan. içerisi çoluk çocuk dolu doğal olarak. keşke bizde de olsa da bizim ufaklık da görse. bizde bi mta müzesi vardı. onun da ne binasının inşaatı bitti, ne onarımı. bilmiyorum şu an ne durumda. ben gittiğimde (yıl 1998) görmeye değer çok şey vardı orada. aklıma gelmişken bir araştırayım da gideyim tekrar mta müzesine..
buradan çok fotoğraf gelecek daha. panaromik olacak.
müzenin en orijinal salonu burası. dinazorlar. yanlış biliyorsam birisi uyarsın en büyük dinazor salonu new york'taki doğa tarihi müzesindeymiş. kapısına kadar gidip de girmediğim müze. buraya dönünce en çok ahlanıp vahlandığım şey o oldu. kaçırdım.
burası da idare ederdi hiç görmeyen biri için. o biri, ben!
aklıma anadolu medeniyetler müzesi geldi. orada da böule bir canlandırma vardı. efektler ülkesi abd'nin ki daha güzel.
insan-kültür bölümüne hiç girmedim. ekip elemanlarını kaybettim çünkü.
bu doldurulmuş hayvan bölümünden nefret ettim. ne gerek var. ki washington hayvanat bahçesi londra'dakinden sonra en büyük hayvanat bahçesiyken. aslında zaten ölen hayvanın sergilenmesi yaşayan hayvanı tutsak etmekten daha mı iyi o tartışılır. ama ben tartışmam. şimdilik...
tüm bu müzeler için smithsonian institüte'e müteşşekiriz (bkz. türk yalakalığı). müzeler beleş (bkz. türk çıkarcılığı). kimdir necidir bu arkadaşlar? kesim masondur, illuminatidir, tapınak şövalyeleridir (bkz. türk şüpheciliği). belki de abd ile bağlantıları vardır (gevezeliğin battığı yerdir burası. bkz: türk espritüelliği). sustum...
"ben dc'deyken ..." lafını ben diyemem mi sandınız?
30 ekim 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder