8 Mayıs 2018

en ucu - cabo da roca


Söz vermişsem tutarım. 2003 yılında Rhode Island'da çektiğim videoları birlikte izlerken, o bana kıskançlıkla bakarken, ona söz vermiştim, bir daha okyanus görecek olursam yanımda sen de olacaksın diye. Portekiz'e gideceğim belli olunca İlkay'a dedim hadi birlikte gidiyoruz. Lizbon okyanus kıyısında değil ama Portekiz öyle. Kokusunu izler yine buluruz okyanusu. Hem orası hep görmek istediği albatrosların en olası yer değil mi Avrupa'da? Çok uğraşmadım ikna etmeye. Haspam zaten çoktan hazırmış ben çalışırken gezmeye. Bana ne gam! İlkay olsun da yanımda... 


Lizbon'a indik, hiç sektirmeden tren istasyonuna. Oradan da Sintra'ya. Bavulları otele bıraktıktan sonra hemen Cabo da Roca'ya gitmek üzere bir otobüse bindik. Dağlardan, ormanlardan ve pek özendiğimiz köylerin arasından geçip istediğimiz yere ulaştık. Akşam üzeri, soğuk ve rüzgarlı. Bizim için çok da dert! Ben İlkay'ı Avrupa'da okyanusu en uçsuz bucaksız görebileceği yere getirmişim ya, o okyanusların ardını merak edip yelken açan gözü kara denizcilerden daha büyük iş başarmış saydım kendimi. 







"Aqui, onde e terra se acaca e mar começa" yazıyor im taşının üzerinde: Burası karanın bitip denizin başladığı yerdir. Ben söz verirsem âlâsını yaparım demiş miydim? 

Daha hiçbir şey yapmadan, herkesin yığıldığı sıraya geçtik biz de. İlkay'ın burada oluşunu belgeledik. İşin doğrusu, İlkay'ı buraya getirdiğimi belgeledim. Bırakın da öveyim kendimi. Karısını bozkırın ortasından alıp okyanusun en kıyısına getiren kaç kişi vardır ki şu dünyada?


Tanrı kelamını yaymak adına veya yağmayla zenginleşeceğim diye sonunu bilmediğiniz sulara yelken açsanız, sizden önceki çoğu gibi bir şey bulamasanız ve denizde yol arkadaşlarınızın çoğunu hastalıklara ya da fırtınalara kurban verseniz, karaya hasret kalsanız yani, sizi bir deniz feneri mi karşılasın isterdiniz yoksa bir haç mı? O azgın suların ortasında Tanrının varlığını unuttuysanız, hastalıklardan ve ölümlerden Tanrıyı suçlamaya başladıysanız veya seferiniz sırasında olmadık türlü günahlar işlemişseniz, işte size fırsat. Hayır ve şer Tanrıdandır. Amen!


Şu fotoğraflarda yerde görünen bitki makas otu (Carpobrotus edulis). Çok değil birkaç yıl önce burada yaşayanlar getirmiş bu bitkiyi buraya. O rüzgara ve tuzlu su koşullarına mükemmel adapte olmuş ve tüm tepeleri işgal etmiş. Aynı buradan yola çıkan kolonici denizcilerin tüm dünyayı ele geçirdikleri gibi...


Çok ayrıksıyız, aykırıyız, kara koyunuz. İlla belli edeceğiz kendimizi, güvenliğimiz için konduysa o çitler, bize ne? Koyarken bize mi sordular? Kim zincir vuracakmış bizim çitlerin uçurumun kenarında yürüme arzumuza? Conatusa ket vurulabilir mi ki?

İnsanın doğasının gerektirdiği yani conatusun yönlendirdiği şeylere yönelmesine iştah der Spinoza, bu iştah bilinçli hale geldiğindeyse buna arzu der. Her varlık kendi varlığını sürdürmeye zorunlu ve sürekli olarak iştah duyar. Bilinçli zihnimiz güvenlik kaygısı ile arzumuz arasında bir hesap yapar. Biz kıyıyı hissetmek dururken geride güvenli kalmayı seçmediğimize göre neşeyi kedere tercih etmişiz demektir. İşte buna da irade derler! Bu engin maviliklerin ötesini merak edip yelken açan denizcilerin yaptığı da budur. Köylerinde bu sene toprağın, yağmurun üzümün bereketi üzerine tasalanmak yerine sınırları zorlamaları da bu yüzdendir.



Oralarda dolaşırken bu bilinç seviyesiyle dolanmıyorduk elbette. Blog tutmanın güzel yanı kaç sene önceki fotoğrafların sana hatırlattıkları ve hissettirdikleri. Başka da bir faydasını görmedim zaten. Oradayken keyfini çıkardık. İlkay'ın şu yüzünü görmüşüm, durup bir de Spinoza, Nietzsche mi düşüneceğim?


Cesurdur benim karım. 140 metrelik uçurummuş, peh..


Roca Burnu küçük bir alan. Seyretmekten başka yapacak çok bir şey de yok. Albatros da yok. Şanssızlığımızdan değil, Portekiz'de albatros yaşamazmış. Hatta kuzey yarım kürede bile yokmuş neredeyse. Benim gibi eski bir kuş gözlemcinin bilmesi gerekirdi. İlkay'ı durduk yere üzmüş oldum. İşte o üzgün İlkay yukarıda. Ne üzgün değil mi?


Hayatımızda ilk kez başkalarının fotoğraflarında gördüğümüz gibi bir deniz fenerinin yanındayız. Eh şanı da var, Avrupa'nın en ucundaki deniz feneri. Hava kararsın da ışıklarını da görelim diye bekledik. Güneş çok güzel battı. Deniz fenerinin ışıkları seçilir oldu. Biz de huşu içinde Sintra merkeze döndük.


Hiç yapmazdım ama bu kez Sintra'da yemek yiyecek yer araştırdım gitmeden evvel. Tam istediğim gibi bir yer buldum. Facebook'tan mesaj yazdım, yemek fiyatlarınız nedir, canlı müzik dinleyebilecek miyiz, diye. Haritadan baktım sadece 3,5 km. Ama o sabah İstanbul'dan geldiğimizi, Lizbon'dan Sintra'ya oradan da Cabo da Roca'ya gidip geldiğimizi unutmuşum. Bari saat farkını unutmasaymışım. Ve de Sintra'nın yokuşlarla kaplı olabileceği aklıma gelseymiş.


Yorgunluktan ve uykusuzluktan sürüne sürüne cep telefonundaki haritaya bakarak yola düştük. Kimsenin olmadığı sessiz, ıssız sokaklarından yürüdük Sintra'nın. Çoğu yerde acaba kaybolduk mu diye korktuk bile. Ama bulduk!


İşte Taverna dos Trovadores! Yani Ozanlar Tavernası! Çok acıkmıştık ve işin doğrusu doğru yere gelmişiz. Rezervasyonsuz gelmiştik ama saatler ilerleyince gördük ki şanslıymışız. Burası dolup taşan bir yermiş.     



Her zaman taze deniz mahsulleri yiyebilirsiniz denmişti çoğu gezi rehberinde. Biz de hep öyle yaptık. Türk usulünü takip edip seçimi hep garsonlara bıraktık ve onlar da bizi hep çok mutlu ettiler.  


Garsonumuz porsiyonlarımız çok büyüktür siz bitiremezsiniz demeseydi şu yukarıdaki fotoğrafta gördüklerinizden kişi başı birer tane ısmarlamış olacaktık. Ve bunları bile üç kişi bitiremedik. O güveçteki yemek hep bir şekilde önümüze konan bir çeşit bacalhau (tuzlanmış ve kurutulmuş marina balığı) yemeği. Portekizlilere göre bu balığın 365 çeşit yemeği yapılabilirmiş. Her gün için veya her dert için. Teşekkür etmek istedik, garson öğretti: "obrigado". Yemekten çok mutlu olduk. İlkay garsona teşekkür etti: "arigato". Ha Portekiz ha Japonya ne fark eder ama. Garsonu durduk yerde güldürdük, o da bizi canlı müzik dinlemek için başka bir salona alıp en ön masaya oturttu.



Şarkıların hiçbirini bilmiyorduk tabi ki. Birisi çıktı bir sürü şarkı söyledi. Ortam yavaş yavaş doldu. 11 gibi geliyormuş demek ki köylüler. O birisi ünlü bir şarkıcıymış, sonra kliplerini bulduk Youtube'dan. Yani garsonun bize kıyağı gerçekten büyük olmuş. Biz daha çok etraftakilerin şarkılara eşlik edişiyle, yaşlı amcaların ve teyzelerin müdavim pozundaki şarap içişleriyle ve de mekan sahibinin herkesle şakalaşarak gülüşmesiyle eğlendik. Ama çok yorulmuştuk. Gitmeden İlkay tutturdu ben buradan bira bardağı alacağım diye. Gitti adamlara dedi ki sizin bu bayıla bayıla içtiğin bira bizim dilimizde ne demek biliyor musunuz? Adamlar cevabı alıp bardağı verdiler. Biranın markası Super Bock'tu.


Dışarı çıktık ki ortalığı sis basmış, ortalık buz kesmiş. Yolumuz uzarsa uzasın, en azından kaybolmayız diyerek bu kez anayoldan dönelim dedik otele. Yorgunduk, çakırkeyiftik ve çok mutluyduk. Üşümek bile bozamadı.



Kent merkezine garip bir yerden girdik bu kez. En iyi yol bildiğin yol doğru bir lafmış. Gereğinden çok yol dolaştık o yorgunlukla.


Moor çeşmesi. O sene Endülüs'e gidecektik ve gidememiştik. Demek ki Endülüs'ü Portekiz'de görecekmişiz. Yarın seni iyice incelerim deyip selamlayıp geçtim önünden.


Üç sene önceden bir geziyi yazmaya nihayet başladım. Devamını getiririm inşallah.

Ekim 2015


Bu gezinin diğer yazıları: 

Hiç yorum yok: