Buralara kadar gelmişken Eyfel kulesini görmeden gitmek olmazdı. Galiba annem de aynı fikirdeydi. Her aradığımda benden eyfel kulesi önünden fotoğraf istedi. İstediği gibi janti bi fotoğraf çekinemedim bi türlü. Hava puslu, elimdeki fotoğraf aleti yetersiz, zaman hep (ama hep) çok kısıtlı, ben hasta, üstümde gocuk, kafamda köylü işi şapka... Nasıl çekineyim öyle fotoğraf?
İşte en iyi denemem de bu oldu; bunu da anneme beğendiremedim. Zor kadındır. Üst seviye zevkleri vardır. Her şeyi kolay kolay beğenmez. Beni de çoğu zaman beğenmez. 40 yaşıma geldim hala onun istediği gibi bi tip olamadım. Buna sebep de onun bana verdiği cesarettir. Her halimle yanımda oldu. Ben vefasız oğluysa bi türlü onun istediği gibi bi fotoğraf çekinemedim. Nasip. Kader.
Ziyaret etmek için bir hospise gidecektik. Kahvaltıyı erken halledersem bana 1,5-2 saat zaman kalabilir demekti bu. Gideceğim taraf da eyfel kulesi tarafında olunca ne bacaklarımı dinledim ne de zırlaması bitmeyen burnumu. Düştüm yola...
Huyum kurusun, ilk kez gittiğim yerlerde nedense gittiğim yol ile döndüğüm yol aynı olmaz. Öyle kendimi bir şeyleri kaçırmış hissederim. Bir durak önce inip yürümeye başladım. Anladım ki salak bir yerde inmişim. Olsun Paris sokaklarında yürüdüm diyecek hava da yoktu. Nihayet çıktım Champ de Mars'a. İlk hissettiğim şey hayal kırıklığıydı. Hiç de fotografik değil burası, ve de kimse yok!
Yanılmışım. Çok çok gerisiymiş benim ilk çıktığım yer. O yeşil alan kocamanmış. Eyfel'in büyüklüğü yanıltmış beni. Ben hep o parkta insanlar oturur, eğlenir, şarap içer, şarkı söyler sanıyordum. Ama insanlar manyak mı? Niye kışın ortasında, şubat ayında, hafta içinde, sabahın köründe kalkıp buraya gelsinler, di mi ya? Zaten o yeşil alanı da çerçevelemişler. Çimler bakımdaymış (Fransızca levhalardan anladığım kadarıyla). Tabi hep beni bekler bu bakımlar. DC'de Reflecting Pool, burada Champ-de-Mars. Ne alıp veremediğiniz var la bu Gözsüzlüyle?
İşin doğrusu bana hep çok saçma gelmiştir bir şehrin ortasına metal bir yığın dikip bunu seyretmek. Görmeden evvelki hissiyatım tam da buydu: metal bir şey! Hem de işlevsiz (kafama sıçayım!). İnsan belki de sadece bunun için seyahat etmeli. Ben bayıldım. Seyretmeye doyamadım. Önceki yargıma gelince, Gözsüzlü oluşuma verdim.
Gözsüzlü benim baba köyümün adı, köylünün kendisi köye Gözsüz der, kendisine de Gözsüzlü. Rivayet odur ki, köyü öyle çekici olmayan bir yere kurmuştur ki bu Yörük halkı, anca Gözsüz birine takılıp gelmiş olsalar gerektir. Ben de sonuna kadar sahipleniyorum bu Gözsüzlülükü. Bir alegori olarak da çok işime yarıyor.
Eyfel kulesinin tepesine çıkmak için ne zamanım ne de param vardı. Ben de karşıya, Tracodero bahçesinin o tarafa geçtim. Dedikleri kadar varmış, buradan kule şahane görünüyor.
Muhtemelen Paris'te beğenmediğim tek meydan ve saray burada. Yazık olmuş...
Her yeri göreceğim ama programda da geri kalmayacağım diye ter içinde kalmıştım yine. Ama gecikmedim, yetiştim. Sırada bir hospis'e gidip işbaşı gözlem yapacağız. Hospis, yaşamının en sonundaki hastaların daha iyi şekilde diğer tarafa geçmeleri için tasarlanmış bir tesis. Hospisin yöneticisi çok şirin ve anlayışlı bir kadındı. Bize ne hasta gösterdi ne de yakınlarını. Gerçekten minnettarım. Yeterince ölen insan gördüm!
Hospisin tanımı ülkeden ülkeye değişse de Fransa'da hastanelerin palyatif bakım ünitesi ile huzurevi arasında bir şey. Mesela burada hasta bir şekilde iletişim kurabiliyorsa ve arzu ederse profesyoneller yardımıyla resim bile yapabiliyor. Şu yukarıdaki fotoğraf hospisin kütüphanesinden. Gönüllüler gelip hastalara son anlarında istedikleri kitapları okuyorlar. Bize ters! İlk sorun şu zaten: yaşarken çok kitap okurdu da ölürken de okusun. İkincisi, okunacaksa Yasin neyim okunsun bari de ahirete faydası olsun. Adamlar ölürken bile entelektüel, biz ölürken bile cennete rüşvet.
Ertesi gün:
Bizim metro durağının hemen önündeki Le Monde binası. O kadar klasız.
Yine program sonrası kaçış. Öve öve bitiremedikleri Bastille'e gitmeye karar verdim. Turistik olmayan bir yürüyüş niyetim. Fazlasıyla da tatmin oldum.
Benim Bastille dediğime bakmayın. O istasyonun ismi. Burası aslında Marais. Ama o ünlü hapishaneden dolayı aklımda hep Bastille olarak kalmış. Hapishaneden bi metre duvar kalmamış. Devrim hepsini yerle yeksan etmiş. Sonraki gidişimde duvarın temelini gördüm. İşaretlemişler. Başka da bir şey yok.
Temple du Marais. Gözüm artık Barok arar olmuş. Tekdüze Paris binalarının arasında fark edince çok mutlu oldum. Protestan kilisesiymiş hem de. Açık değildi, giremedim.
Place des Vosges'in girişi. Buraya özellikle geldim çünkü projenin Fransız ortaklarının çalışma ofisi burada.
Burası Paris'in en eski meydanlarından biriymiş. Ve en güzellerinden. Etrafındaki malikaneler eskinin aristokratlarına ev sahipliği yaparmış. Şimdi müze, kafe ve okul. Marais'in tam ortasında. Daha sonra buraya bir daha gelip bir sürü fotoğraf çektiğim için şimdilik pas geçiyorum detayları.
"Her taraf park" demek artık pek bir şey demek olmuyor. Anladım ki bizim dışımızda her yer böyle. Gördüklerim elbet. Yoksa daha bir bahanesini bulup -örneğin- ne Ortadoğu'yu ne de Kuzey Afrika'yı görmüşlüğüm yok. Buralarda beleş wifi var. Kamu hizmeti olarak. Ben de bir gözü telefonda olmak zorunda olan basit bir emekçi olduğum için arada mesajlarımı kontrol etmek zorundayım.
Marais Paris'in eski bölgelerinden. Yoğun bir Yahudi nüfus yaşıyormuş. Ben bulamasam da en iyi koşer restoranlar da buradaymış. Etrafta bir sürü müze. En tanınmışları Picasso müzesi. Zamansızlığımdan bir kere daha dem vurayım mı istiyorsunuz? Hayır, gidemedim!
Ve bana iyi geldi gerçekten. Barokun sadece İtalyanlara yaradığını düşünmeye başlamıştım.
Hep aynı şey oluyor. Gitmeden kafamda bir rota belirliyorum. İnat edip uymaya da çabalıyorum. Sonra sıkılıp rüzgarın estiği yöne yürüyorum. Tüm kariyerim de bu huyumdan nasibini alıyor. Kariyerimin gittiği yer değil de Paris'te sürüklendiğim yerlerden ziyadesiyle memnunum.
Square du Temple. İlginç hikayeler parkı. Burada Tapınak Şövalyelerin karargahı , manastırı ve de sarayı varmış. Zamanın kralıyla ters düşünce burada kapışmışlar. Ortalık kan gölü. 17. yüzyılda saray hapishaneye dönüştürülmüş. Fransız Devrimi sırasında son kral 16. Louis ile Marie Antoinette bu hapishaneye kapatılmışlar. Buradan anca giyotine gidecekleri gün çıkabilmişler. Sonra n'olmuş? Kent düzenlemesi sırasında meydan yapmak için yıkmışlar. Her ülkenin Adnan Menderes'i var tabi.
Paris'in yüzlerce müzesinden bir tanesi. Zanaat ve Ticaret Müzesi - Musée des arts et métiers
. İcatlar müzesi. İlkay olaydı da gireydik dediğim yer.
Ve Centre Pompideu. İçim kala kala önünden geçip gittim. Bırak içini gezip görmeyi ya da herhangi bir sergisine girmeyi, doya doya bakamadım bile. Çok güzel, çok!!
Üstüne bir de Fransız arkadaşların madem o kadar geldin, o kadar atıp tutuyon, Centre Pompideu'yu gezmiş olmalısın demeleri yok muydu? Ahhhhh... Diyemedim ki karım yoksa tadı yok..
Bunun kaç varyasyonunu gördüm hatırlamıyorum. Zaten sokak sanatı konusunda çok cömert bu kent, bir de bu süreklilik... Çok leziz çok...
Kent estetiği şahane. Derme çatma tek bir büfe görmedim. Hani çok iddialı olmasa bizimkilerin dönercilerinin bile bu dokuya uyduğunu söyleyeceğim. Ama haddimi bilirim. Kocaman iğrenç renkli ve alakasız ucuz kalite pide ve döner fotoğraflarıyla hemen tanınıyordu bizim gurbetçiler. Tamam özcü değiliz, kültürel belirlenimci de, ama hiç mi nasiplenmiyorsunuz be arkadaş?
Şu iki fotoğraf sırf ne pis bi havada dolaştığımı görün diye...
İstemsiz bir şekilde yolum hep Notre Dame'a düşmüş. Acaba kendime söyleyemediğim veya farkına varmadığım hatta farkına varsam da reddedesimin geldiği bir zaafım mı var bu katedrale karşı? ---Bu sıralar ardı arkasına Dostoyevski okuyorum diye bu cümleler.. Okuduğum belli olsun :)
Mémorial des Martyrs de la Déportation. Tehcir Şehitleri Anıtı'nın içi. Hemen Notre Dame'ın arkasında turistlerin pek itibar etmediği bir yer burası. Kapıdaki görevli inatla davet etti beni. Zamanım yok, dedim. İçeride de pek bir şey yok, gir dehşeti gör, ölenleri an, yeter, dedi.
İçeri girmeme isteğimin zamanla pek alakası yoktu. Kaldıramıyorum böyle şeyleri. Zaten bu müzelerin, anıtların sorunu da bu. Yaşananlar karşısında dehşete düşenler çoğu zaman bu olayların faili değil kurbanı oluyorlar. Benim orayı gezmem, hafızamı diri tutmamın ne faydası var? Belki sadece öfkeyi bileme işine yarıyordur. Bir daha asla!! ---Çok naif. Hele bunu şimdi demek...
Acele acele toplantıya yetişmeye çalışırken hala gözüm duvarlarda. Nasıl olmasın? Al sana art nouveau!
Bu da toplantının yapıldığı kurumun duvarından. Bir devlet okulunun duvarları. Her yerde laiklik afişleri: nedir? değildir? neden önemlidir? olmasa ne olurdu? Mustafa Kemal'i de bolca gördüm haliyle. Ve şaşkınlıkla gördüm ki oradaki laisistler için ilginç bir gözlem ülkesiyiz, halimiz de deney faresinden hallice. Bizim sokaktaki ortalama oy verenimizden daha çok hakimdiler bizim ülke meselelerine...
Otele dönerken girdiğim metro istasyonunda yamuldum. Yan yana iki anı.
Anthrax, benim ilk metal kasetimdi. Ben orta ikideyken yeni bir İş Bankası veznedarı tayin olmuştu Kula'ya. Biz çarşının içinde oturan memur çocukları genelde birbirimizi tanır ve tutardık. Veznedarın çocuğunun da ilk sosyal çevresi haliyle biz olmuştuk. İzmir'den gelen bu eleman metalciydi! O ne demeye kalmadan saçma sapan gürültülü şeyler dinlettiydi bize. Sonra Anthrax kasetini vermişti bana. State of Euphoria. Evimizde çift kaset çalarlı bir teybimiz vardı, ama kopyalamak için boş kaset yoktu. O zamanlar Türkiye gazetesi bir milyona yakın satan bir gazeteydi ve düzenli olarak sahabe hayatlarını anlatan kasetler hediye ederdi. Dedem sağ olsun bizde de vardı o kasetlerden. Birini silip üzerine kaydetmiştim ilk heavy metal kasetimi (evet anne! azalan o kasetlerin sebebi benim. neler kaydettim üstlerine neler)
Deep Purple, benim için çok özeldir. Yıl 1994. Ankara'ya gitmiştim Veteriner Fakültesi'ne. Hem de çok acelem var gibi 16 yaşında. Ulus'ta garip bir yurtta kalıyordum. Yurtta da bir sürü Türki ve Balkan ülkelerinden öğrenci. Arnavutluk'tan gelmiş bir arkadaşım vardı. 30 yaşına yakındı. O yıllarda Arnavutluk yeni toparlanmaya çalışan bir ülke ve gençleri sağa sola dağılmış fırsat kolluyordu. Adrian Kruja da onlardan biriydi. Mercedes'ini ve sevgilisini Şkodre'de bırakıp Ankara'ya gelmiş, saçlarının arkası uzun bir adamdı. Her şeyi bırakmıştı da kasetlerini değil. Yanına iki kaset almıştı. Biri Deep Purple'dı diğeri Dire Straits. Bunaltıcı yurt ortamında benim Aiwa walkmene koyup dinlerdik. Gizli gizli sigara içmişliğimiz bile vardır o 'malum' yurtta. Kurtarıcım olmuştu o kasetler. Benim kasetlerim yoktu, çünkü yasaktı kafamız karışır diye. Ama neyse ki radyolar vardı ve de kendilerini kısıtlanmış hissetmesin diye yasaktan azade metalci Arnavutlar, votkacı Kırgızlar ve de tütün sarmacı Tanzanyalılar.
Gene bir akşam yemeği. Mantı ama garip bir sos var. Karidesli ama üzerinde haşlanmış yumurta var (evet yine!), ıspanak yaprağı var.. Sanırım bu Fransız yemeğiydi.
İşte öyle.
9-10 Şubat 2017
bu gezinin diğer yazıları için:
eyyy fransaaa
anarşist paris
provokatif, naif ve zarif (3 kilise)
louvre'da musalandım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder