19 Nisan 2018

amsterdam II



Bana bir gün yüzünü dönmeyen şu şehre gidişimin üzerinden 3 sene geçti. Artık son diyeceklerimi diyeyim de başka yerlerden aksın şu blog. Oraya gitmeyi planlayanlarla konuşurken, burada yazdığımın aksine, şehri öve öve bitiremem. Onlar da orada titresin, sinirlensin isterim. Hainliğimden değil, güzel bir gaye güttüğümden: bir topluluğu ortak amaç için birleştiremezseniz ortak düşman üzerinden birleştirebilirsiniz. Heyhat! Giden hiç kimse benim gibi dönmedi. Ulan Amsterdam, bana mıydı garezin!



   

23 Eylül 2015 sabahı. Gökyüzü açık, hava güzel ama puştluğuna! Biz Amsterdam'da değiliz ya bugün, ondan. Avrupa Parlamentosu'nda bir oturuma davetliyiz, Brüksel'e gitmemiz gerekiyor. Umudum bari oralarda hava güzel olsun ama Mikail'in Benelüks bölge sorumlusu kafayı bana takmış bi kere. Yok, olmayacak... 


Bir saçmalık yapılmış ve ben nedense ona müdahale edememişim. Toplantıyı organize edenler öyle bir tren bileti almışlar ki Brüksel'e ineceğiz, hemen oturumu takip edebilmek üzere Parlamento binasına geçeceğiz, oturum sonrası da hemen geri tren istasyonuna ve oradan Amsterdam'a döneceğiz. Neden geç saatte dönemiyoruz? Neden tren biletini sonraki saate değiştirmedim? Bir de Brüksel'i görseydik? Sayelerinde Belçika'ya dair görebildiğimiz şey bir kapalı hava, iki yol boyu inekler...


Bir de kenarından geçtiğimiz Antwerp.


Türkiye'nin giremediği (ve de artık giremeyeceği) Avrupa Birliği'ne ben girdim.

Brüksel metro haritasına bakarsanız her yer AB binası. Sanki kent öylesine bir kentmiş de AB sayesinde ihya olmuş. Ve de hedef olmuş. Benim o haritaya baktığım metro istasyonuna saldırdı İŞİD 2016 yılında. 35 kişi öldü. Metroyu görünce amma çok siyahi var demiştim; ayrıcalıklı beyazlarımız, beyaz yakalarımız, expatlarımız metro mu kullansın? O siyahiliğin kopkoyu tonu dikkatimi çekmişti; Belçika kralı II. Leopold'un Kongo'da yaptığı katliamları ve Belçika'nın bu utanca karşılık Kongolulara oturma ve çalışma izni verdiğini hatırla!  


Avrupa'nın geçmişteki başarısı kanlı tarihi sayesindeyse, şimdiye kadarki başarısı da o tarihle güya yüzleşebilmesi sayesinde. O da şimdilerde yok olmakta zaten. Hesaplaşma denilen şeyi sömürgedeki insanları ülkeye ucuz işgücü olarak getirmeyi değil de o insanlardan çaldıklarını onlara geri vererek yapsalardı o zaman bu korkutucu geri dönüşleri de yaşamazdık dünyacak. Neyse, Avrupalı ikiyüzlülüğüne ilk şahit oluşum değildi bu toplantı.

      

Ama Türkiye'den gidince, oradaki tartışma ortamı "aşırı" demokratikti. Konumuz 'uyuşturucu, bağımlılık ve suç'tu. Toplantıyı bu alanda çalışan Avrupa STK'ları organize etmişti. İrlanda'dan bir katılımcı çıkıp uyuşturucu kullanımını suç haline getiren bürokratik kartellerin ilaç endüstrisiyle ve tütün kodamanlarıyla ilişkisinden dem vuran güçlü bir konuşma yaptı. AB'li demokratlarımız müstehzi bir gülümsemeyle karşıladılar bu konuşmayı ve basitçe yok sayıp birbirlerini pohpohlamaya devam ettiler. İnsanın kendi yaşam pınarını kesmesi kolay mı hiç? Ama demokrasi işliyor, kimse adamın üzerine yürümedi, konuşmasını engellemedi ve göz altına alınmadı. Eh bu da bi şeydir ve bize de lazımdır.  


Amsterdam hiç de geri dönüldüğü için üzülecek bir yer değil işin doğrusu. Bir de çalışmak olmasa...



En nihayetinde şuraya da bir tane toplantılardan fotoğraf koyayım da iş için gittiğimin ispatı olsun.

holland.com'dan

Perşembe öğleden sonrası bana kaldı. Ertesi gün uçuşum vardı ve o gün ne yaparsam yanıma kardı. Hiç düşünmeden Westerkerk'e yöneldim. Çünkü Amsterdam'daki en büyük kiliseydi, dünyadaki en büyük Protestan kiliselerinden biriydi ve zenginler için yapılmıştı.


İçerisine giremediğimi bilmem söylememe gerek var mı? O yüzden rehbere göre en şahane Amsterdam izlenecek yer olan kilise kulesine çıkmaya karar verdim.

 

Güzeldi güzel olmasına da Amsterdam dümdüz oluşuna yansın. Etrafta dağ, tepe, yokuş olmayınca gördüğün ön sıradaki evler işte. Sokaklarında dolaşmak, sokaklarına tepeden bakmaktan kesinlikle daha keyifli (ve de rüzgardan korunabilirsiniz!)


Neden zengin kilisesi dediğimi söyleyecektim. Westerkerk kentin ilk protestan kilisesi değil. Oranj Prensliği Protestanlığa geçince kitleler Amsterdam'a akın etmeye başlıyor. Nüfus 30 binden 200 bine fırlıyor. Avrupa'daki Katolik zulmünden kaçan Fransızlar, Almanlar ve Belçikalılar sığınıyor kente. Bu işçileri Jordaan bölgesine yerleştirip onlara Noorderkerk'i (Kuzey Kilisesi) inşa ediyorlar, kanalın bu tarafına da şehirli zenginler için Westerkerk'i (Batı Kilisesi) inşa ediyorlar. Yani bu Hollanda Protestanlığı başından beri paraya bakışıyla mimli!



Anne Frank evine girmeye niyetlendim ama sırayı görünce vazgeçtim.



Vondelpark'a gidiyorum artık. Ne bulacağıma dair pek bir fikrim yok. Gezerken pek yapmam böyle bilirsiniz ama bu seferin kaderi böyleymiş. Şu sıralar Frédéric Gros'un Yürümenin Felsefesi'ni okuyorum. Aslında bilinçli bir seçim yapmışım da haberim yokmuş.


Benim gibi sadece kanallar bölgesini gezip duran birisi bile Amsterdam'a yeşil bir kent diyecektir. Ama o ağaçlar daha çok kanal boyu süslemesi gibi. Tamam benim gibi İstanbul'da yaşayan birinin bunları hor görmesi tabi ki saçma ama o bölgede de hiç park olmadığı da doğru. Gittiğim yerlerde genelde parkları görmeye çalışyorum; haritada koca bir park görünce, o yüzden oraya yöneldim. Yağmur yağarsa bir ağacın altına sığınırım en azından, demiştim.  


Yanılmadım. Koca koca ağaçlar beni bekliyormuş. İş vaktiydi, insan yoktu ve ben bu sessizlikten çok da memnundum. Sürekli yabancı bir dille konuşmak, o dilde düşünmek hala yoruyor beni. Bana iyi geldi Vondelpark. Bir de banklar kuru olsaydı ve de o zamanlar sigara içiyor olsaymışım...



Bu ahmaklık her yerde var demek. Ama bunlarınki zenginlikten. Yağmur yağarken fıskiye mi çalıştırılır kardeşim?


Günün büyük sürprizi gri balıkçıl - Ardea cinerea. Bir tane olsa yolu düşmüştür diyeceğim ama çoklardı. İlk Nallıhan kuş cennetinde görmüştüm bu kuşu. ODTÜ Kuş Gözlem Topluluğu ile birlikte sayıma gitmiştik. Yüzlerceydi, belki binlerce. Bakmaya doyamamıştım. Ne zaman gri balıkçıl görsem hala o ilk heyecanımı hatırlarım. Daha manalı bir şeyler yapacağız deyip çok sevdiğim şu aktiviteyi bırakmama ne diyeyim şimdi. Dünyayı kurtaracaktık güya! 


Gevşek zemine tutunamamış ve devrilmiş bir çok ağaç gördüm vardı parkta. Belki başka zaman görsem üzülürdüm hallerine ama o zaman beni çok keyiflendirmişlerdi. Ağacın bir zaman algısı yok; yaşam onlar için o andan ibaret; ne geçmişini bilir ne de olası geleceği. Devrilivermiş bir ağaç her koşulda yaşamına devam ediyor işte. Azıcık kökü kaldıysa toprakta yapraklanmaya, çiçek ve meyve vermeye devam ediyor. Yok tutunamadıysa, karışıyor düştüğü yere, orada başka bir şey haline geliyor. Kendi geçmişine dertlenen, geleceği için kaygılanan, bunun için sürekli bir şeyler yapmak zorunda hisseden bizleriz. Ağaç üzülsün halimize...


Bu fotoğrafta beni düşündüren iki şey var:

(1) Doğa: Uygarlık dediğimiz şey her şeye müdahale hakkı mı veriyor bize? Bırakın düşsün o ağaç. Başka bir şey olsun. Ne var ki bunda? Doğal yaşama duyulan özlemi bir parça telafi etsin diye park ilan ettiğiniz alandaki doğal dönüşüm neden rahatsız ediyor sizi? İnsanın insanla mücadelesi bittiğinde (kastedilen sınıf savaşı ve sosyalizm) insanın doğayla mücadelesi başlayacaktır diyordu hard-core Marksist bir yazar. Hem de koca koca referanslarla. Çevresinde olup bitenleri anlamlandırmaya çalışan, korktuğuyla baş etmek için çeşitli ritüeller ve dinler icat eden insanlığın kendini doğadan ayrı tutmasından bir farkı yok bu düşünce biçiminin. Materyalizm soslu metafizik bu başka bir şey değil. O yüzden sosyalist ekoloji oksimoron bir terim.


(2) Estetik: Park denen şeyin doğal yaşamla hiçbir ilgisi yok. İsterse içinde filler fingirdeşsin. Sınırları belli olan, insanların peyzajını yaptığı, evcilleştirilmiş insan merkezli bir alan ne kadar yaban olabilir ki zaten. Eh bu da Amsterdamlılar azıcık soluklansınlar, doğal yaşamı anımsasınlar diye bir park. O yüzden bu ağaç desteğini çok garipsememek gerek. Aklıma bizim belediyelerin yapması muhtemel çirkin metal destekler geliyor, bir de bu estetize ahşap heykel-destek. Hollandalıları takdir etmem için şu an Taksim Meydanını düşünmem yetiyor da artıyor bile.  



Mısır kazı ya da Nil kazı - Alopochen aegyptiaca . 1700'lerin ortasında Kraliçe Victoria'nın göletlerinde yüzsün diye İngiltere'ye getirilmişler. Sıcak iklim kuşları olmalarına rağmen iklime adapte olmaya başlamışlar. Kaçanlar İngiltere'de üremeye başlamışlar ve o gün bugündür yayılmaya devam ediyorlarmış. Hollanda'da ilk 1900'lerin başında görülmeye başlanmış ama şu an çoğu yerde yuvalamış durumdalarmış. Göçmen olan bu kazlar, Mısır'a kadar gitmeseler de yatay göçle Avrupa'yı gezmeye başlamışlar. Hatta Türkiye'de çok az görülen bu kazların Mısır'da değil Avrupa'dan geldikleri söylenirmiş.


Yeşilbaşların yüzdüğü bir gölcüğün önünde olduğu bir ev düşlemek öğrenilmiş bir istektir. Oluşturulmuş ve pazarlanan ihtiyaçtır. Uzun süredir nelere "ah keşke" dediğime dikkat etmeye çalışıyorum. Bana kavaklar ve rüzgar sesi kafi.

  

Herkes için durum böyle değil tabi ki. Paranız var. Amsterdam'dasınız. Ve kanal üzerindeki daracık evlerde oturmak sosyal statünüzü yeterince açığa vuramıyor. O halde geniş malikanelerin olduğu, turist gözlerinden uzak, o lüks arabalarınızı rahatça sergileyebileceğiniz bir mahalleye ihtiyacınız var. İşte orası burası: Willemspark.


Vondelpark'ın hemen yanındaki bu mahalleye can sıkıntısından girdim. Sinirimi bozduğumla kaldım. Bir türlü rahat hissedemiyorum bunun gibi yerlerde. Sınıf öfkemden değil de bu sıradan aptallığı bir yere koyamadığımdan. Artık korkularına yer bırakmayacak kadar mala mülke doymuşken neden hala çalışır ki bir insan bir türlü anlayamıyorum. Artık ne statüsü, ne iktidarı, ne hırsı artık. Şehir yaşamına müptela olmak cevabını kabul edesim yok, bu müptezelliği aptalca buluyorum çünkü. 



Ama zengin de olsa var işte kanında Amsterdamlılık. Yine yüzlerce bisiklet (muhtemelen daha pahalı markalardan - elbette!) evlerinin önünde. Bir kez daha takdir ettim.



Bir flanör için çok şey vaat eden bir kentmiş bu Amsterdam. Gördüğüm her şey dürttü beni. Zaten yapacak başka bir şeyim de yoktu. Yürümek, sadece yürümek, ama şehirde yürümekten mütevellit kulplar takmak, etiketlemek.. Her türlü olanağı sunuyordu bu kent. Düşünüyorum da orada olduğum o bir hafta içerisinde neredeyse tek bir Hollandalıyla oturmuşluğum, konuşmuşluğum olmamasına, üzerine neredeyse hiçbir şey okumamama rağmen beni yeterince dürtmüş, düşündürtmüş bu kent. Bu bile yeterli benim için Amsterdam'a bir daha gelmek istememe yetecek bir sebep. Bekle beni.  


Leidseplein. Amsterdam'da geçirdiğim en güzel zaman buradaydı. Bilmeden geldim. Şu koca satranç sahasında 3 iddialı maç izledim. Hem hamleleri güzeldi hem de oyuncuların oynarken tavırlarını. Oyunun zorluğundan mıdır bilmem ama oyuncular sürekli marijuana sarıp sarıp içtiler. Gariptir, oynayanlar Hollandalı değillerdi. İzleyiciler sürekli değişti. Arada laf attılar, oyuna müdahale bile ettiler ama saygı çerçevesinde. Çok gülüşülmedi mesela. Özgürlüğün ve sosyalliğin tadını çıkardılar ama bir Akdenizli sıcaklığı da yoktu ortamda. Bu gözlemler, kısa günün kârı.  




Artık programın son gününe hazırım. Hatta öğlen erken çıkıp uçağa yetişeceğiz. Sanki daha önceden çekeceğim sıkıntıları biliyormuş gibi cuma gününe almıştım dönüş biletini.


Sonuç niyetine, bu seferki gezimden pek mutlu dönmemiştim ama Amsterdam güzeldi doğrusu. Yazarken fark ettim ki, o zamanlar çok şikayet etsem de bir sürü şey biriktirip gelmişim cebimde. Gidilir tekrar.

23-25 Eylül 2015

bu gezinin diğer notu:



Not foto: Oradaki en içten dileğimdi...

Hiç yorum yok: