uzun planlamalardan, gerekli-gereksiz bir yığın heyecandan ve can sıkıcı bir sürü aksiliklerden sonra roma'ya indiğimizde kendime sürekli olarak sakin olmam gerektiğini söylüyordum. ilk kez sadece gezmek için ülke topraklarının dışındayım. ilk kez yanımda ilkay var. ilk kez yanımda birlikte zaman geçirmeyi sevdiğim insanlar var, olmasını umduğumdan daha azı var ama olsun ne yapalım. sakin olmam gerek. işte roma'dayız. artık sükunet, coşku ve neşe zamanı... neşe'yi anneannesine bıraktık. tek derdimiz şimdilik o.. sözümüz söz, 5 sene sonra..
roma termini'den (ana istasyon) otele yürüyerek gittik. tek derdimiz bir an önce otele yerleşip kapağı dışarı atmaktı çünkü koskoca roma'ya sadece 2 buçuk gün ayırarak bir çok kişiye ve arkadaşlarına göre anlamsız bir iş yapmıştık. otele -daha doğrusu aparta- yerleşmekte biraz zorluk çektik çünkü kiraladığımız yer singapur sefirliğininmiş ve içeriye de o sefaretten geçerek girebiliyorduk. sanırım hiç bu kadar güvenli bir yerde konaklamamıştım.
yerleşir yerleşmez dışarı fırladık. tabi ki via del corso'ya. şu roma'nın tarihi merkezini dimdik kesen ana caddeye. öyle ki bir tarafa baktığınızda piazza venezia'daki anavatan altarı da görünüyor, öte yandaki piazza poplo'daki 2. ramses obeliski de. bizi bu caddeye sürükleyen asıl şey kalabalığın o yöne akışıydı. gitmeden önce caddenin bazı bölümlerinin trafiğe kapalı olduğunu googlemaps sağolsun biliyordum. ama bu denli kalabalık olacağını bilmiyorduk.
halk meydanına (piazza del popolo) doğru yürüdük. daha önceki deneyimlerimden biliyorum ki fotoğraf makinesinin deklanşörüne dokununca artık geri dönüş yok, her şeyi çekmek istiyorsun. oysa hepsinin çekilmişi var. keyfini çıkar. sonra istersen internetten bulursun ona benzer bir fotoğrafı. kararıma uymakta zorlansam da yine de bir dereceye kadar başarılı oldum. bu karar neticesinde, kendime durduramadığım noktalar hariç, fotoğraf çekmedim. o yüzden bu blogda hiç olmadığı kadar oradan buradan apartılmış fotolar olacak. (itiraf: tamam bir sürü çektim, hem de kartpostallarda dahi binlercesinin olduğunu bile bile orayı ben de çektim. bu ayrı bir inceleme noktası. orayı kadraja sığdırmazsan sanki oraya hiç gitmemişsin hissiyatı!)
tamam fotoğraf konusunda kendimi tutacağım. ve kiliseler konusunda da kendimi tutacağım çünkü ucu bucağı yok bu işin. italya gibi bir ülkede gördüğün her kiliseye girip bakma şansın yok. zaten gerek de yok! bir süre sonra hepsinin aynı gelmeye başlayacağını düşündüğümüzden italya gezimizde müzeleri bile olabildiğince pas geçmeye karar verdik biz. ama kilise, saray, körü, kule gibi yapılara bakmayı seviyorum. şu sanat disiplininden yoksun gözlerim aralarındaki bir kaç farkı yakalayınca mutlu oluyor naçizane. onca kilisenin yüzlerce şapelindeki binlerce resmi nasıl görsün bu eğitimsiz gözler? ama onca kiliseyi birbirinden ayırt edebilmeyi de marifet sayıyorum işte..
ha şu üstteki fotoğraf neden burada derseniz: bu önünden geçtiğimiz, girmek için can attığım ama kendimi tutup girmek için yanımdakilere teklif etmediğim ilk kilisedir efendim: san carlo el corso. apsisi caddede olan 1600'lü yılların başında yapılmaya başlanan sıradan bir kilise! içi de şöyle imiş:
wikipedia |
yani kaçırdığınız her kilisenin bu gibi bir içi, mutlaka dinlenmesi ilginç olan bir hikayesi ve tarihi var. ama pas geçeceksiniz işte, başka çare yok. roma'ya gitmeden önce gidilip görülsün diye belli kiliseleri işaretlemiştik. hepsinde neyin farklı olduğunu, asıl neye bakmamız gerektiğini tespit ederek seçmiştik. bunların dışında hiç kiliseye girmedik roma'da. seçtiğimiz kiliselerin hepsine de gitmedik / gidemedik. bunlar illa ki uyulacak kaideler değil hareketimizi belirleyen yönergelerdi zaten. tavsiye ederim. bizim gibi kısıtlı zaman ayırmışsanız, derli toplu gezmek için başka çareniz de yok.
ilk derdimiz yemek olduğu için aranıyoruz. via dei greci'den döndük, borghese bahçelerine en yakın ara sokağa gidip oralarda bir yerlere oturma derdindeyiz. elimizdeki rehberde de gitmeden evvel okuduğumuz bloglarda da italyanların çok geç yemek yedikleri, istediğimiz her an açık güzel bir restoran bulamayacağımız yazıyordu. ama sanki inanasımız gelmemiş, denememiz zorunluymuş gibi daldık aralara. güzel sokaklarda dolandık ama açık bir yer bulamadık (düzeltme: açık bir yerler mutlaka var. rehberlerin turist tuzağı dediği yerler. aldığımız onca tedbire karşın gidip biz de kaç kez oturduk o mekanlara). roma'nın ara sokakları kar kaldı yanımıza.
ve piazza del popolo'ya geldik.
googlemaps elbette |
aslında niyetim yanımdakileri ispanyol merdivenleri ve villa borghese'in bahçeleri üzerinden, yani yukarıda görünen yeşil alandan meydana sokmaktı ama olmadı. kalabalığa uyduk. bir şeyleri yine kaçırdık ama bir sürü şeyi kazandık!
roma'da onca yer varken neden ilk buraya yürüdük?
neden 1. yine dan brown yüzünden! angels and demons (melekler ve şeytanlar) kitabında ve de filminde langdon cinayetleri çözeyim derken galileo ve bernini'nin eserlerindeki şifreleri çözmek durumunda kalıyor. illuminati la purga'da öldürülen 4 bilimadamının intikamını almak için vatikan'ı ışığa boğmaya karar veriyor. 4'e 4 alırız mantığıyla 4 kardinal'i 4 elemente uygun şekilde öldürmeye başlıyorlar. ilki toprak.. ilk ceset burada ceset santa maria del popolo bazilikasındaydı, daha doğrusu chigi şapelinde. chigi toprak demek...
neden 2. burası da benim roma'da gidilecek müzeler listemdeydi. içindeki caravaggio resimleri veya bernini heykelleri yüzünden değil ama. özellikle bernini'nin habakkuk ve melek'ini bir göreyim dedim aslında. illuminati'nin aydınlık yolunu bir göreyim diye. akşam olduğu için ve çok aç olduğumuz için o an girmedik kiliseye. nasılsa yakınız, ben bir sabah erkenden kalkıp gelirim dedim, ama evdeki hesap çarşıya uymadı, bir daha gelemedim bu meydana. neyse. geliriz bir daha. bu kiliseyi öyküsü nedeniyle görmek istemiştim: burada bir mezarlık varmış pagan roma döneminden kalma. ünlü şahsiyetler de yatarmış. roma imparatoru nero gibi. buraya bir şapel yapılmış. ama nero'nun hayaleti kara karga şeklinde şapelin hemen önündeki kavak ağaçlarına tüneyip geleni geçeni rahatsız edermiş. ahali de çok korkar olmuş. dönemin papası emir vermiş, ağaç kesilmiş, kutsal suyla burası kutsanmış ve şapelin yerine bu bazilika yapılmış. yıl 1200ler. ismi de ya meydanın isminden, popola'dan gelmeymiş, ya da poplar'dan (kavak ağacının latincesi) gelmeymiş. bu kilisenin kendisi hristiyan inancının pagan inancıyla nasıl bir ilişki kurduğunu gösterir. tanrının kilisesi pagan imparatorun hayaletinden korkar mı? ne biçim inanç o? (bkz. rönesans düşüncesi)
neden 3. buranın manyak simetrisi.. simetrik değil de, nasıl demeli, sanki her şeyden iki tane. santa maria del popolo kilisesinin olduğu taraf kuzey, diğer taraf güney.
güneydeki ikiz kiliseler.. santa maria in montesanto ile santa maria dei miracoli. birbirinin aynı olduğu sanılsın diye mimari göz hilesinin kullanıldığı ünlü kiliseler. ve aralarındaki via del corso. soldaki bizim geldiğimiz via del babuino, sağdaki gittiğimiz via di ripetta. bunlar çok ünlü ve dümdüz caddeler. roma'nın rönesans dönemindeki barok şehir dizaynının manyaklığının doğrudan göstergeleri. via del corso öyle ünlü bir cadde ki kadim via flaminia'nın roma'daki kısmı. antikiteden beri roma'yı italya'nın geri kalan kısmına bağlayan ana savaş ve ticaret yolu. yol bu meydanda bitmiyor. iki yöne uzanıyor. bir taraftan umbria üzerinden adriyatik'e diğer taraftan porta del popolo'yu geçip tiren denizine uzanıyor. meydanın iki yanında iki çeşme, biribirinden güzel. işte şu neptün çeşmesi:
neden 4. burası halk meydanı. tarihselliği var. öyle ki 1820lere kadar idam kararları burada uygulanırmış. ahali önünde az kafa kesilmemiş burada. önemli politik gösteriler hep burada yapılırmış. bir kaç örnek:
tabi ki hep barışçıl değil bu eylemler. tecrübeyle sabittir polisin, carabinieri'nin olduğu yerde barış yoktur!
http://thehousingtimebomb.blogspot.com.tr/ |
2010 aralık ayında berlusconi 3 oy farkla güvenoyu alıp italya'nın bir beş senesine daha ipotek koyduğunda muhalefet ayaklanmıştı. bu meydanda ayaklanmış.
http://thehousingtimebomb.blogspot.com.tr/ |
hatta şu efsane foto (porta del popolo'dan):
halk sadece çatışmaz, eğlenir de. piazza del popolo belki de roma'nın en hareketli meydanı. şahidiz. çeşit çeşit performanslar sergileniyordu burada. gençlik burada takılıyordu. roma için ne kadar denebilir bilmiyorum ama bizim gibi turist sayısı bile görece azdı. buraya gelmemek olur muydu hiç?
buradan ilk kazığımızı yemek üzere ayrıldık. neredeyse ilk gördüğümüz pizzacıya daldık. eh-işte bir pizza ile inatla istediğimiz kırmızı şarap yerine gelen beyaz şarabı götürdük. roma'da ilk içtiğimiz şarap beyaz oldu! neyse ki soğuktu..
via di ripetta'dan yürümeye başladık. ilk hedef tiber nehri.
işte tiber nehri! hep bildiğim, hakkında bir şeyler okuduğum bir şeyi görünce neden bu kadar heyecanlanıyorum ki ben? salak mıyım neyim? şu fotoğrafta arkada görünen san rocco kilisesi. roma'da gördüğüm her kilisenin adını elbette bilmiyorum. ama bu kilise hemen augustus mozolesi'nin hemen yanında. bizim apart da bunların yanında olunca dikkatimi çekmiş demek ki..
tiber'in kıyısından giderken görmek istediğimiz garip bir şey var: adalet sarayı. rehberde bu binadan italyanların hiç hazzetmediği yazıyordu. biz gördük. şunu al ankara'ya, istanbul'a götür deseler, türkiye'den kim hayır diyebilir ki? kentli gözümüzün olmamasındandır belki de. italyan buna bakınca roma'ya egemen mimariye uymadığını ve fazlasıyla rükuş olduğunu düşünüyormuş. tamam verin bana, eve götüreceğim. nasılsa bizim burada egemeni bırak no mimari var.. işte şu bina:
panaromio |
rotamız castel sant'angelo. tiber kıyısında sıralı mobil kitapçılarda malatesta'nın kitabını soruyorum, pek bilen yok. ama ne güzel ansiklopedik kitaplar buldum bir bilseniz. tabi ki italyanca. ama sırf onları okumak için italyanca öğrenirdim! ilkay'ın kıt italyancası (!) kitabın italyan komünist hareketinin tarihi ile ilgili olduğunu anlamaya yetti ama gerisine yetmedi. ben fotoğraflarına baktım. güzeldi. adam 30 euro demese alacaktım o ciltleri. pazarlık mı yapsaydım ne?
eskinin kalesi, hapishanesi şimdinin sanat müzesi castel sant'angelo bizim girmeyeceğiz diye mimlediğimiz noktalardandı. halbuki "angels and demons"a kalırsa burası kesinlikle görülesi bir yerdi. ama bir yerleri elememiz gerekiyordu, biz de resim galerisini eledik. bu kale ile vatikan arasındaki galerileri görmemize izin verileceğini bilseydik kesinlikle girerdik. hangi kitapta bu kitaba dair bir şeyler okuduysam ya vatikan'dan buraya kaçış tünellerinden bahsediliyordu ya da derdest edilip buraya hapsedilmiş papalardan, kardinallerden, sanatçılardan, bilim adamlarından..
nasıl bir hafızaysa, angels and demons'daki ana sahnenin aynısını yaşamışız biz de. ama biz de helikopterler yoktu :)
roma sokaklarını dolaşmaya başlayalı daha 4-5 saat olmamıştı ki roma'daki isimlendirme meselesini hemen çözdüm. bir şeyin ismi atıyorum piazza memoli ise, orada bir saray da varsa o plazzo memoli, bir kapı varsa puerta memoli, köprü varsa ponte memoli, ve bir pizzacı varsa o da pizzeria memoli oluyor. yetmedi! orada bir bazilika varsa kesin santa maria del/della/supra/dei/in/degli memoli'dir ama santa maria'dır. bu ekler sadece memoli'nin ne olduğuna göre değişir: kişi mi? erkek/kadın?, bir bölge mi? bölgeyse eril/dişil? ha neden bunca gevezelik ettim derseniz, yanımdaki arkadaşlara bu köprünün adını haritaya bakmadan söyleyebileceğimi iddia ettim. iddiaya girdik. dedim ki ponte sant'angelo! hiç zor değildi. ilk italyan biramı kazandım!
bu köprü benim basilica di san pietro'yu gördüğüm ilk noktaydı. gerçekten büyükmüş..
tiber'i geçip roma sokaklarına bir daldık ki.. biraz dehşete düştük. daracık ve garip ama ıssız sokaklar. orada anladık ki bütün italya gezimizde fotoğraf çekilecekse dikey kadraj kullanılmak zorunda.
hemen bir kaç tespit: roma sokaklarında kaldırım yok, gerek yok, oraya italyanların minik arabaları dahi zor girer. adam akıllı sokak aydınlatması yok, var da bizdekiler gibi floresan gibi değil. melih'in yeşilli kırmızılı sokak ve ağaç aydınlatmasından haberdar değil sanat düşkünü italyan milleti! yerler asfalt değil. döşeme taş. tamamen dranaj için uygun. ee trafik de yok. olsaydı da bu sokaklarda hızlı gidemeyeceği için zaten sorun olmazdı döşeme yol. ya altyapı yapacaksın -ki maliyetlidir- ya da işi doğal yolla çözeceksin. bırakın yağmur suları, toprağa karışsın, karışmayan da tiber'e doğru aksın. görece yakın zamana kadar roma halkının foseptik sorununu nasıl çözdüğünü ise bir araştırın derim.
ha bir de, roma yeryüzündeki yüzlerce aşıklar şehrinden biri ya, o daracık sokak aralarında yok öyle öpüşen sevişenler. prag iyiymiş bu konuda. her daracık sokakta bi öpüşene, sevişene denk gelmiştim. roma ahalisi edepli, evde sevişiyor anlaşılan. ve de roma ahalisi pek aristokrat ve şık! eşofmanını dahi mor bir fularla kombine etmiş garsonlara şahit olduk, daha ne olsun? romalıların çok geç yemek yedikleri, bu yemeğe çok özendikleri, belli giyim kuşam kodlarına sıkı sıkıya bağlı oldukları her gittiğimiz yerde doğrulandı. bu ara sokaklarda çok kalabalık restoranlara denk geldik. national geographic adventure tavsiyesi: "italyanlar yemek yedikleri yere çok sadıklardır. bir yerde çok uzun bir sıra varsa, orada yiyin. pahalı değildir ama çok iyidir". hemen tespit edip cep telefonuna kaydettik.
tabi ki turist olmaktan kurtulamadık da. o gece her tarafta ingiltere bayrakları gördük. özellikle via del corso'da çok ingiliz gördük. o akşam italya-ingiltere rugby maçı varmış. ingilizler de en az futbol kadar rugby manyağı da oldukları için roma'ya doluşmuşlar. sonuç: italya: 11-52 ingiltere! sokakta bira içen holigan tipli baya adam gördük. hepsi formalı, atkılı. hiç italyan görmedik. garip değil mi bu? belki de değil, italyanların rugby'yle ilgisi belki bizim futbol-dışı sporlarla ilgimiz kadardır. ingilizlerin istanbul'a gelip neden düstursuzca dolaşıp, dayak yediklerini de anlamış olduk. kolay mı istanbul'da ingiliz bayrağıyla, formasıyla, atkısıyla dolaşmak? bir spor müsabakası desteklemeye mi geliyorsun savaşa mı? indir o bayrağı!!!
keyifle dolana dolana piazza navona'ya ulaştık.
googlemaps |
biz hiç gündüz geçmedik buradan. hep geceleri gördük. belki ondandır çok ihtişamlı geldi bana. ama beklediğimden az kalabalık. neredeyse sadece bizim gibi turistler bir de onlara bir şeyler kakalamaya çalışan afrikalı işportacılar. yeri geldi buraya yazayım: roma'da çok sayıda afrikalı göçmene rastladık. garip bir döngü. italya'nın iyi eğitimli insanları iş bulamadıkları için italya'yı terk edip almanya, fransa ve orta avrupa ülkelerine giderken, afrika'dan mülteciler italya'ya doluşuyor. kapitalizm işte tam buradan çatırdayacak (kaynak: aliço, 20 nisan 2014 tarihli özel görüşme)
meydandaki çeşmeler gerçekten de güzel. oralarda dolanırken hep bir şey çok şaşırttı beni: bazı şeyler beklediğimden çok büyük, bazı şeyler de çok küçük geldi. gitmeden önce araştırma yaparken orada neler göreceğini inciğine cinciğine kadar araştırıyorsun. buradaki 4 nehir çeşmesini (fontana dei quattro), onların 4 nehri temsil ettiğini, bunların ganj, tuna, nil ve rio de la plata olduğunu, bernini'nin olduğunu, diğer uçlardaki iki çeşmenin (fontana del moro ve fontana del nettune) de bundan geri kalır yanı olmadığını, hatta 1570lerde della porta tarafından daha yapıldığını, üzerine 1600lerin son yarısında bernini'nin eklemeler yaptığıını, hatta arkasındaki kilisenin (sant'agnase in agone) mimarı borromini ile takık olduğundan o tarafa bakan heykelin utançla gözlerini kapadığını falan mutlaka bir yerlerde okumuşuz. ama bu çeşmenin bu kadar büyük olduğunu ancak yanına gidince anlayabiliyorsunuz. mesela ben fontana del moro'yu görünce bir mağribi görmedim. fontana del moro, moor çeşmesi yani mağribi çeşmesi demek. 'moor' kelimesi ile gelecek seneki endülüs gezimizde çokça rastlaşacağımız bir niteleme: aslında fas'tan gelen mağribi demek, tarihsel olarak endülüs müslümanlarına, islama geçmiş avrupalılara, napoli ve sicilya'yı da ele geçiren müslümanlara da moor denirmiş. ama iddia ediyorum o çeşmenin ortasındaki adam mağribi değil! aynı isa'nın da sarı uzun saçlı, renkli gözlü bir caucasian olmadığı gibi...
her yerde bahsettim. burada pas geçmek olmaz. 'angels and demons'da burası 3. kardinalin öldürüldüğü yer. tabi ki su! çeşmelerden dolayı deseydik roma'nın her yeri çeşme. burayı özel kılan şey şu: burası eskiden circus agonalis ya da domityan stadyumu. antik bir stadyum. hatta rehberlerde meydanın etrafındaki evlerin diplerine bakın, o eski stadyumdan kalıntıları göreceksiniz yazıyor diye uzun uzun baktım bulamadım. çeviri yanlış yapılmış sanırım çünkü kalıntılar evlerin altında değil, kimisinin içindeymiş:
sonra stadyumun yerine bu meydan yapılıyor. ama dedim ya, altyapısı yok roma'nın. belli zamanlarda tiber taşıyormuş ve su buraya kadar doluyormuş. bu meydanın eğlencesi de bu sulu zamanlarmış. içinde sandalla gezilirmiş, at arabaları mutlaka bu meydandan geçerken su sıçratırmış.. yani bu meydan için su, o çeşmelerden fazlası. bunları dan brown yazmadı, ben buldum! :)
piazza navona'dan çıkıp yine sokaklara daldık ve hedefimiz panteon. biraz da yanlış bir sokağa saptığımız için istediğimiz yerden değil tam arkasından çıkmıştık panteon'a. daha güzel oldu! buranın çok ihtişamlı olduğunu biliyordum da yine de bu denli büyük olacağını düşünmemiştim. özellikle arka sokaktan gelince..
en başta çok garip bir yapı. sanki neşe'nin oyuncaklarından bir silindir ile bir de dikdörtgen bloğu yanyana koymuşlar gibi duruyor. pek uyumsuz.
nedense bu uyumsuzluğun buranın hristiyanlaştırılma sürecinden geldiğini düşünmüştüm. kiliseye minare eklersin cami olur gibi. değilmiş. antikiteden beri burası böyleymiş.
galiba etrafındaki görece yeni binalar ile uyumsuzluğundan öyle hissetmişim. gayet de güzelmiş kendi düzeni içinde. ama can sıkıcıymış da. antik roma'yı da ona öykünen rönesans/barok roma'yı da biraz can sıkıcı buldum. düzenlenişi yüzündenmiş, sonra keşfettim. birbirini dümdüz kesen caddeler, blok tarzı ızgara biçimli sokaklar, bunların bu denli 'aynı' olabilmesi için kente uygulanan maddi/manevi şiddet... lewis mumford ile hemfikirim kardeş: ortaçağ kentleri daha bir kent. bunlar adı faşist olsun ya da olmasın, zorbalığın kentleri. buradan gecekondu düzensizliği veya toki güzellemesi çıkartanlara da şimdiden aşk olsun! ben ülkeye döndüğümden beri neden lukka'yı ve siena'yı floransa'ya tercih ettiğimi düşünürken, gerçekten de floransa'dan bir türlü hoşlanamayışımın nedenlerini sorgularken tam zamanında okudum mumford'u. siz de okuyun siz de bulun :)
----ama bu, kıyasla söylenen bir laf. yoksa türkiye'den giden her kişi roma'ya da bayılır, floransa'ya da. ben de bayıldım. kimisi ruh bile bulamaz oralarda. benim kıyasım lucca, floransa, siena ve roma arasında..
bir gün sonra buraya tekrar gelip içine de girdik tabi. ama yeri geldi buraya koyayım. "angels and demons"da robert langdon'un ilk durağı panteon'daki rafael'in mezarıydı. sonra bahsedilen illuminati üstadının o değil bernini olduğu ortaya çıkacaktı ve kurgu bernini eserleri etrafında gidecekti işte. bence herkes gitmeden önce ve geldikten sonra izlesin bu filmi. çok eğlenceli oluyor..
artık yolumuz trevi çeşmesi. orada içip kudurmak niyetindeyiz. biraz tesadüf eseri aslında görmek için listeye koyduğum bir yerden geçtik. hadrian tapınağı! özellikle ilkay pek sevdi burayı.
hadrian roma imparatorluğunun en iyi beş imparatorundan biri. ismini efes'ten de biliriz aslında. dünya üzerindeki ikinci hadrian tapınağı efes'te. antalya'da da hadrian/adrian kapısı var, bilimum yerde heykeli var, britatnya'daki roma imparatolruğunun kuzey sınırını belirleyene hadrian duvarı var vs. panteon'u bile biraz onun sayesinde biliyoruz. tarih 117-138. bu tapınaktan sadece bu duvar kalmış. arkasındaki bina şimdi roma borsası! neyse, biz yürüyelim, daha içilecek biralar var...
ve işte trevi çeşmesi..
http://www.johnmiskelly.co.uk/ |
roma'dan bahseden türkçe bloglar geleneğinden kopmayarak hemen demeliyim ki: "buraya sadece türkler aşk çeşmesi diyor. burası trevi çeşmesi olarak biliniyor". aman bunu demesem ölürdüm!
çeşitli ritüelleri varmış. iki para atınca şöyleymiş, soldan atınca böyleymiş, atarken elin omuzuna ayağın götüne dokunacakmış vs. ben bilmiyordum hiçbirini. elimde bira vardı. soğuktu. yorgun ama mutluyduk. çantamda 25 kuruş buldum. onu attım çeşmeye. bir daha gelmek için.
iki atınca aşık olunuyordu, üç atınca bir italyanla mı aşk yaşanıyordu neydi? hatırlamıyorum hiç. sadece m.demirci'ye "aman ne olur üç kez at, bir italyan bul da, artık roma'da mı floransa'da mı neredeyse, şuralarda bir evimiz olsun, neşe'yi de okumaya yollarız yanına" diye ısrar ettiğimi hatırlıyorum. nedense ikna olmadı. şansını ruanda'da deneyecekmiş!
trevi çeşmesine hep gece gidin görün demişler. biz de öyle yaptık. biraz da zorunluluktan. ben her gece burada biraları yüklenmek derdindeydim ama olmadı. şarap, yemek ve sıcak yemek daha güzel geldi herhalde. keşke bir kez daha tüneyebilseydim oralarda. neyse ki 25 kuruşumu attım trevi çeşmesine. gideriz herhalde bir daha..
ilk günün akşamında 9.8 km yürüyerek roma gezimize başlamış olduk. roma'da eğleneceğimiz ilk günden belliydi işte. ertesi gün sabah 6'da il gesu'dayız deyince kimse bana inanmadı. sabah gördüler günlerini!!!
işte bu da ilk gün yürüyüş haritamız. mapmywalk sağ olsun!
15 mart 2014
bu gezinin diğer yazıları için:
tematik roma I
tematik roma II
vatikan müzelerinde yoruldum ben!
san pietro'nun kubbesine çıktım ben!
cinque terre'ye bir gidin de...
men dakka dukka veya forza lukka
siena - gece
siena - gündüz firenze!
floransa!
fiorentina!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder