15 Ekim 2011

brno II


pek bi şey demicem. güzel kent işte. hatta bazen inanılmayacak kadar. brno'daki ikinci günümüz. kronolojik (!) devam...





başlangıç yerimiz yine belediye binası. yani manzara hep yukarıdaki gibi sabahları. ama bu belediye binası değil. brno tiyatrosu. dünyanın ilk ampülle aydınlatılan tiyatrosu. edison'un heykeli de var bir yerlerde.


dedim ya, peşine düşmemek lazım buradaki hikayelerin. zaten pek bilen de yok. işte tespit: çekistan'a iz tvde istanbul'u sen kazan ben kepçe dolaşıp duran amcalar gibi iki çok bilmiş üstad gerekiyor acilen. o hikayeleri öğrenmek gerek. ya da ne bileyim yok mu buraların sunay akın'ı, murat belge'si neyim?


brno bazen gerçeklikten çok uzak gibi görünüyor.

işte yine yemek kısmı. biz burada övünüp dururuz doğunun misafirperverliğiyle. çeklerin o misafirperverlikten geri kalır yanları yok. hiçbir yemeğe onlar yanımızda olduğu sürece para vermedik. sayelerinde çek cumhuriyeti benim için mcdonaldsın yeni bir veçhesi olmaktan kurtuldu.

buraların av hayvanları meşhurmuş. bir de ördeği, ha bir de tavşanı. domuzla yapılan envai çeşit yemeği de. onlar çok övünse de mutfaklarının çeşitliği ile ile, bize vız gelir açıkçası.


böyle ortaçağ - şövalye temalı bir hana gittik yemeğe. daha önce gittiğimiz yerleri görgüsüz sanmasınlar bizi diye çekmemiştim. ama burada çok eğlendim ne yalan söyleyeyim :)


işte burada garsonun da tavsiyesiyle bir et çorbası istedim. yanında kofola (çeklerin ulusal meşrubatı. kola gibi diyeyim ama değil. hoş buruk bir tadı var. herkesin yanında litrelik şişelerde mevcut. gerçekten. öyle küçük şişe taşıyan bir çek görmedim. herkeste min 1 ltlik şişe). arkasından yemek ne istediğimi hatırlamıyorum. ama et çorbası pek ilkeldi! yani tam benim istediğim gibi. almışlar bir sığır etini -sığır olduğunu var saydım, sertti- koymuşlar suyun içine, kaynatmışlar da kaynatmışlar. biliyorum çünkü çorbayı içerken ağzınıza erimiş kemik de geliyordu. sonra eti tiftik tiftik etmişler. önünüze koyuyorlar. üstüne bir de kaşarımsı bir peynir. valla ben bayıldım. bir yörük'e yapılır mı? kabardı işte etçil damarım...


ama başka yerde yine ünlü kara lahana çorbalarını da içtim, soğan çorbalarını da. ilkinin bir özelliği yok aslında. ikincisini ise bir daha içmeme heralde. çorbacı sayılırım ama yok, bunu sevmedim işte..




biranın ulusal içki olması pek hoş. her saat her yerde içen insan görüyorsunuz. ve inanmayacaksınız ama alkolsüz bira çok yaygın. bira dediğin alkoldür diyen arkadaşlara kapak olsun! elin çek'inden daha mı çok biliyonuz siz?


prag'a dönüş biletini almaya istasyona yine gittik. ve çekoslavakya zamanından kalma tek şeyi orada gördüm. o da aşağıdaki levha. pek isabet olmuş. lokomotif ile sosyalizmi birleştiren tek ben değilmişim demek.





şanslıydık. parklar bahçeler yemyeşil, mor ve beyaz. leylaklar, sardunyalar, begonviller, erguvan olduğunu sandığım başka çiçekli ağaçlar. tamam kabul bu konuda cahilim. ama, güzeli takdir etmeyi de bilirim. zaten buralarda güzele güzel demezsen büyük günaha girersin. ilkay'a da dedim, inanmayan birini koy buraya, iman etsin de çıksın. neyse o başka mesele :) dönelim çiçeğe..



başlığa skodaland de koyabilirdim aslında. çok fazla skoda var. az miktarda lada. nedense şaşırdım. çok taş kafalıyım...


otel yolumuz..


sanıyordum ki 1 mayıs geliyor. her yer afiş olur vs. nerdeee. 1 mayısa dair tek gördüğüm bu feminist sticker. adamlar sosyalizmden kurtulduklarını kar bilmişler (sokaklar böyle de benim işim için gezdiğim kurumlar hiç de böyle değil. hatta denilebilir ki çekler hala sosyalizmin ekmeğini yiyorlar. avrupa birliğine girişleri de o mirasın sonu olacak gibi görünüyor. o zaman görecekler anyayı konyayı)



işte o dediğim olağan heykellerden (bunlara heykel denmediğini ben de biliyom da ne dendiğini bilmiyom) biri daha. beni en çok etkileyenlerden..

daha öncekiler görece merkezi yerler.bundan sonrakiler ise şehrin saçakları aslında. brno kalesine (spielberk castle) gidiyoruz. yolda yine dumur oldum. kentin içini nolursa olsun restorasyon mucizesi sanıyormuşum demek ki. şu aşağıdakiler gibi sokakları görünce şaşırdım. belki de o zaman dank dedi. ulen, avrupa bu!



(bu fotoğrafı ne yapsam bilemedim. şimdilik dursun burada)



hahaha. yine çektim arka sokakları diye övünüyordum hep. işte bir getto! şimdi çingeneler yaşıyormuş burada. çektiğim fotoğrafları birlikte çalıştığımız çeklere gösterince onlar söylediler.



bu bizdeki sanayi cami kabilinden bir kilise de olabilir. aptallığımın göstergesi olsun. niye çektiysem?


eskiden tuğla - briket ucuzmuş anlaşılan. insan sokak duvarlarını bunlarla kaplar mı?


kentin en ihtişamlı yapısı: aziz peter ve paul kilisesi..


kale. yine tuğladan. ve hiç de bizdeki bildiğimiz surlu, burçlu kalelere benzemiyor. ben inanamadım buraya kale dediklerine. ama demek ki yeterince koruma sağlıyormuş. yine giremedik buraya saatten dolayı. zaten yanımdaki ekip arkadaşlarımı buraya bile zor getirdim: "yağmur yağacak gibi. bir alışveriş merkezine gidelim. hem de north face var mı bakarız". hay bin kunduz! dedim giden gitsin ben dönmezem yolumdan. sırılsıklam olsam da burdayım. gitsinler yanımdan da rahat edeyim diye uğraştım. gitmediler. bana rahat vermediler şurada iki dakika.



inandım. bu japon balıkları her koşulda yaşarlar abi. baksana orta avrupa soğuğunda, bir tepenin üzerindeki bir havuzdalar.


kentin iki yüzü. birisi düzenli ve güzel yüzü. üsttekini görünce "ulenn herkes böyle evlerde mi yaşıyor yoksa?" dedim; aşağıdakini görünce "ulenn buranında mı tokisi, melih gökçeki var yoksa?" dedim. sonra sosyalizmi hatırladım da sustum.



şansıma: "tahtalı" (Columba palambus) . o mevsimde orada henüz olmaması gerekiyordu. erkenciler.



kalenin çeşitli yerlerinde italyanca tabletler var. bilmeyince bir sürü tahmin yapmıştım. buraya birileri saldırmış da italyanlar kurtarmış vs. aslında pek yalan da değilmiş. vakti zamanında isveçliler saldırmış buralara, italyanlar, habsburglular, moravyalılar, macarlar, bohemyalılar vs. ittifak halinde isveçlileri savmışlar başlarından. ama bu tabletler ile hiç alakası yok. kale avusturya-macaristan imparatorluğu zamanında hapishaneye dönüştürülmüş. avusturyalılar falan da öyle kulanmış burayı. çoğunlukla politik mahkumlar yatmış burada. fransız devriminden falan mahkumlar. ama uzun bir süre italyan bağımsızlıkçıları yatmış burada. mesela carbonari. italya'yı birleştirip tek devlet haline getiren adam. bilmiyorum ama sanırım bu tabletler o mahkumların anısına bırakılmış buralara...

kente geri döndük..



cerveny kostel. kızıl kilise. işte bir evangelik kilise. protestan. reform zamanı çekler büyük oranda protestan olmuş aslında. ama hemen ardından gelen de-reformasyon veya antireform hareketi ile kanlı şekilde ülke yeniden katolikleştirilmiş.


çok keyifili bir saatti biz buradayken. güneş az sonra batacak. ve neden hatırlamıyorum. biz buralarda baya gezindik..





işte o dediğim çiçeklerden /  ağaçlardan bazıları. o kadar yoğun ki şehir çiçek kokuyor! ve sokaklar pembe! en iyi örneği için bkz. aşağıdaki foto.


ve mutlaka dikkat. sokakta bir tane kedi yok! toplatılıyor çünkü. sorunca normal ve doğru olan bu zaten diye cevapladılar, hatta bu kadar aptal bir soruyu nasıl sorabilirim ki der gibi baktılar. pek kedi sevmiyor herhalde bu çekler. sanırım hala ortaçağ inançları devam ediyor...




bisikletliler continued...





dolaştıktan sonra bir önceki hedefime yöneldim yine. amaç el classico izlemek. bu kez eminim maçın bugün olduğundan.


en başta çok garipsedim. çünkü burada sigara yasağı (henüz) yok. fosur fosur herkes. ve fark ettim ki hiç de özlememişim sigarayı (gurur ve göz yaşı). sonra bira söyledim barmene. daha doğrusu söylemeyi denedim. anlaşamadık. malum sebep, onda hiç türkçe, ingilizce yok, bende de hiç çekçe, slovakça (varmış). neyse ki bira kelimesi evrensel onda sorun yok da adam bir şey sorup duruyor. en sonunda bir gazetenin köşesine "16, 18, 20?" yazdı. iyi de kuzum, bu ne? en mantıklı olan biranın alkol derecesidir heralde diye düşündüm. eee biranın memleketi ya, demek ki birayı bu alkolle (!) içiyorlar barlarda. az olsun da ölmeyeyim diye 16'yı gösterip "ok" dedim. adam getirdi. açık renk bir bira. su gibi. dedim bir terslik var bu işte. hemen dikip bitirdim. bu arada maç da izliyoz tabi. baktım ki messi oynadıkça bir ben, bir de karşımdaki adam sevinip duruyor. diğerlerinin pek umurunda değil maç. şansımı deneyip adama sorayım dedim. neyse ki adam ingilizce biliyormuş. slovakmış. o dereceler maltın yoğunluğunu gösteriyormuş, alkolü değil. pek eğlenmiştir benle heralde. sonra bana benim için 20'lik söyledi de efes içmiş kıvama geldim. sonra messi gol attı. bardakları tokulturduk "naz drave" dedim. nereden biliyorsun dedi. bilirim dedim. hem bulgar işçilerle 3 ay birlikte çalışmışlığım var hem de skalariak dinlemişliğim. sonra messi real madridden 5-6 kişiyi çalımlayıp ikinci golü attı, coştuk, bağırdık çağırdık. eleman bana bira ısmarladı. sağolsun! ısmarlar tabi, koca bardak 2 tl bile değil. hem de barça reali madrid'de 2-0 yenmişken..


en sevdiğim her yerin yerel birası olması...

unutmadan, o unutulmaz maçın özeti burada.


27 nisan 2011

Hiç yorum yok: